29 Ocak 2011 Cumartesi

Jaguar atlayabilir, puma çıkabilir



Yağmur ormanlarını içine alan ulusal parka ulaşmak için Flores’ten sabah dört buçukta yola çıktık. Kaldığımız hostel ormanda geçireceğimiz üç buçuk saat için bize sandviç, meyve, bisküvi ve sudan oluşan ufak bir yolluk da hazırlamış. Bir önceki günün yorgunluğu ile sabah gözlerimizi zar zor açabildik. Bizi almaya gelen minibüse bindiğimizde sokaklarda hala eğlenen ve içen insanlar vardı. Ulusal parka giden yol, Maya piramitlerine gelen yoğun ziyaretçi akını dolayısıyla Guatemala için fazla özenle asfaltlanmış. Flores’ten çıkar çıkmaz iki yanı ağaçlarla kaplı otobanda ilerlemeye başlıyoruz.
İlerledikçe yola yılan, geyik ve şeklen karıncayiyene benzeyen daha sonra adının pizote olduğunu öğrendiğimiz hayvanların çıkabileceğini gösteren tabelalarla karşılaştık. Bir süre sonra “jaguar çıkabilir” diye bir tabela gördüm. Birden uykum açıldı! Guatemala’da seyahat ederken sık sık buranın yerel benzin istasyonları Puma ve Jaguar’ı görüp kıs kıs gülüyordum. Egzantrik isimler seçmek için zorlamışlar kendilerini diye... Meğer bunların jaguarı bizim Van kedisi gibiymiş! Neyse ki yanımızda tecrübeli bir rehberimiz var. Hayvan haşarattan bizleri koruyacağına olan inancımızla yolumuza devam ediyoruz.
Sabah beş sularında ulusal parka girdik. Girişte küçük bir kafe yapmışlar; üç buçuk saatlik turumuza başlamadan önce güzel bir kahvaltı yapma fırsatımız oldu. Mayaların bütün fiziksel özelliklerini taşıyan kısa boylu, esmer, tıknaz, Cesar isimli rehberimiz yirmi yıldır bu işi yapıyormuş. Aksanından da anladığımız kadarıyla uzun yıllar ABD’de yaşamış. İşini çok severek yaptığı ve geçmişlerinden büyük gurur duyduğu her halinden anlaşılan Cesar bizi karşılar karşılamaz coşkuyla anlatmaya başlıyor Maya medeniyetini. Tarzı hoşumuza gidiyor ama her beş dakikada bir Amerika’da kullanmaya alıştığını düşündüğümüz “tremendous man!” (muhteşemem adamım!) lafını kullandıkça birbirimize kaçamak bakışlar atıp, kıkırdıyoruz. Öyle ki gezi sonrasında “tremendous maaaan!” lafı ağzımıza dolanıyor.
Cesar’ın söylediğine göre en büyük Maya şehir devletlerinden biri olan Tikal’i içine alan yağmur ormanları, yani Peten bölgesi 34 bin kilometrekareyi aşan bir alana sahip. Bir o kadarlık alan daha kuzeyde Meksika ve doğuda Belize ormanlarıyla birleşiyor. Uçsuz bucaksız ormanlar....
Tikal, diğer Maya kentleri gibi yüzyıllar boyunca ormanın içinde saklı kalmış. Şehirlerin neden terk edildiği ve bu medeniyetin zamanla neden yok olduğu hala tam olarak bilinmiyor. Kıtlık ve salgın hastalıklar yüzünden insanların şehri terk etmek zorunda kaldıkları söyleniyor. İspanyollar 500 yıl kadar önce buraya geldiklerinde bu şehir kentlerin neredeyse tamamı yağmur ormanlarının altındaymış zaten. Zaman zaman ormana girdiklerinde köylüler, Maya’ların zamanında kurban ettikleri insan ve çocuk iskeletleriyle medeniyetin ihtişamlı günlerinden kalan yeşim (jade) taşları ve mücevher parçalarını buluyorlarmış. Ama ormanın derinliklerine girmekten korktuklarından, yüzyıllarca piramitlerin ve diğer harabelerin bulunduğu bölgelere kadar gitmeye cesaret edememişler.  
Cesar yalnızca Maya’ların nasıl yaşadığı ve bu piramitleri nasıl inşa ettiğini değil, yağmur ormanlarını ve burada yaşayan canlıları da anlatıyor bize. Ulusal parkın girişinde buraya gelirken otobandaki tabelalalarda da gördüğümüz pizote’ler bizi karşılıyor. Garip görünüşlü hayvanlar. Sincap gibi ama uzun burunlu. Çok sevimli bulduğumu söyleyemeyeceğim. Ayrıca tüyleri muhteşem renklerle bezeli tavuskuşları da yaşıyor burada. Mayalar kendilerini yeşim taşları ve tavuskuşu tüyleriyle süslemeyi çok severlermiş. Ormanın içlerine doğru ilerlerken Cesar bir anda durup bakın bakın diye ulu ağaçların tepelerini gösteriyor. Önce tam olarak ne olduğunu seçemiyorum, yalnızca parlak küçük bir turkuaz renk seçiliyor dalların arasından. Sinek kuşlarıymış bunlar... Gerçekten yeşil ağaçların arasında Avatar’dan çıkmış mavi yaratıklar gibi gözüküyorlar. Bir de ormanda Scarlet Macaw dedikleri çeşitli renklerde papağanlar var. Evcil hayvan olarak beslemek üzere bu hayvanları yakaladıklarından ormanda artık nesilleri tükeniyormuş. Az sayıdaki papağanlardan bazılarını görme şansımız oluyor. Aslında ormanda kuşlardan ve pizotelerden fazla örümcek maymunlarını görüyoruz. Örümcek maymunlarının upuzun kuyrukları var. Siyah ve küçük maymunlar... kendilerini kuyruklarından dallara asıp sağa sola uzanıp yiyecek topluyorlar. Gerçekten görülmeye değer. Maymunları izlerken babamın vahşi hayvanlarla ilgili belgeselleri nasıl da ilgiyle izlediğini düşünüp kulaklarını çınlatıyorum. Hayvanlarla ilgili belgesellere televizyonda rastlayınca çok ilgi göstermeyen ben bile burada ağzım açık izliyorum bu değişik yaratıkları. Eminim babam burada olsa “bak bak bak, nasıl atlıyor hayvan” derdi... Keşke yanımda doğru düzgün bir video kayıt cihazım olsaydı diye düşünüyorum. Neyse ki karşımıza jaguar falan çıkmıyor.
Yalnızca hayvanlar değil, hayatımda görmediğim bitkiler, çiçekler ve ağaçlar görüyorum. Ağaçlardan özellikle bir tanesi çok önemli. İnanılmaz yüksek, beyaz gövdeli, büyük üçgen sehpaları andıran kökleri, birbirinden oldukça ayrık uzanan kırmızı yapraklı dallarıyla Guatemalalıların ulusal ağaç olarak kabul ettikler hayat ağacı; arbol de vida. Öylesine devasa ki muhteşem su altı kameramın kadrajına sığmıyor. 

Ormana girip patika yollardan yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra ilk kalıntılarla karşılaşıyoruz. Fotoğraflarda gördüğüm piramitlerin yanında bu epeyce küçümen. Ama diğerleri gibi dimdik bir sırt duvarı, ön cephesinde yere meyille inen dik, dar merdivenleri var. Yapının önünde büyük mezar taşlarını anımsatan büyük kayalardan oyulmuş yapılar var. Bu taşlarda insan kurban ediyormuş Mayalar. Cesar burada yine heyecanla anlatmaya başlıyor: “Mayalar astrolojide ve mimaride çok ileri bir medeniyetti. Piramitleri oluşturan bu taşları bugün sokaklarda gördüğünüz yerli insanlarımız gibi küçük küçük parçalar halinde başlarının üzerinde, sırtlarında taşımışlar buraya. Piramitlerin önünde gördüğünüz merdivenler 365 tane, yılın günlerini gösteriyor. Mayalar bir yılı 20 günden oluşan 18 aya bölmüşler. Gökyüzüne bakıp, ayın konumunu takip edip bir ay için 20 günde karar kılmışlar. 360 güne de kendilerinden bir 5 gün eklemişler. Onlar için bu 5 gün dinlenme, tanrılarla buluşma, onların katına çıkmayı sembolize ediyor. Piramitleri de yıldızların konumuna göre inşa etmişler. Mayaların pek çok tanrısı vardı. Giysi tanrıları bile varmış!... Tremendous maaan!
Ama işte astrolojide ne kadar ileri olsalar da, günümüzdekine çok benzer bir takvimleri, mimari bilgileri, karmaşık ve kendilerine özgü bir yazı dillleri, edebiyatları olsa da en nihayetinde ilkel insanlardı bunlar... Tanrılar için çoluk çocuk demeden kurban kesiyorlardı bu piramitlerin tepelerinde. Yazıtlardan anladığımız kadarıyla Mayalar bu ormanlık arazideki otlardan şerbetler yapıp, şamanik ayinler yapıyorlardı. Birçoğu uyuştucusu etkisi yapan otlarla kafayı bulup transa geçtikleri düşünülüyor. Kurbanlara da içiriyorlardı bunları... Tremendous maaan! Ama diyorum ya ilkel insanlardı bunlar. Maya takvimi elimizdeki bugünkü bilgilerle 2012’de sona erdiğinden bildiğiniz gibi tüm dünyada, 2012’de kıyametin geleceği, Mayaların bizlerin bilmediği bir evrensel gerçeği bildiğini iddia eden bir sürü insan var. Buna gönülden inanan insanlar buraya gelip ayinler düzenliyorlar. Hey adamım, gülüyorum buna! 22 Aralık 2012’de dünya hala dönmeye devam edecek, bana güvenin, inanmayın bunlara! Nasıl inanıyorlar böyle şeylere anlamıyorum.... Tremendous maaan!!”
Bu son sözlerle “ohh rahatladık” diyoruz. Kıyamet falan gelmiyormuş 2012’de, rahat rahat uyuyabiliriz artık!

Ormandaki yürüyüşümüz saatlerce devam ediyor. Piramitlerin boyutları büyüdükçe büyüyor. Burası sanki efsunlu bir yer... Kuşların ve maymunların sesleri, ulu ağaçların, sarmaşıkların arasından kendilerini yavaşça, yaklaştıkça gösteren piramitlerin heybetleri beni büyülüyor. Cahil cahil konuşmak istemiyorum ama, yıllar evvel Mısır’da piramitleri gördüğümde “Evet çok büyük ve ihtişamlılar, ama ne kadar da çıplak ve çirkin görünüyorlar” diye düşünmüştüm. Belki de çölde, boşluğun ortasında kelaynak gibi durdukları için... Buradaki piramitler Mısır’dakilerin yanında çok daha ufak. Ama yağmur ormanlarının içinde öyle gizemli duruyorlar ki, insan kendini bir Indiana Jones filminde hissediyor. Sanki tepelerine tırmanıp odaların içine girdiğimizde hazine bulacakmışız gibi... Çok etkileniyorum! Burada saatlerce, günlerce kalmak mümkün. İnsan karşılarında kamp yapıp bu muhteşem yapılara uzun uzun bakmak istiyor. 


Geçmişte piramitlere tırmanırken düşen iki turist hayatını kaybedince, yüksek  olanların merdivenlerinden çıkmayı yasaklamışlar. Onun yerine tırmanmak için yanlarına ahşaptan iskeleler inşaa edilmiş. Bu merdivenlere bile tırmanmak çok zor. Yükseklik korkusu olanlar denemeye kalkmıyorlar bile. Ama buraya kadar gelmişken tırmanmadan durulur mu? Ya Allah deyip tırmanışa geçiyoruz. Merdivenleri çıkarken trabzanlara sıkı sıkı tutunup aşağıya bakmaya kalkıyorum, başım dönüyor... Ama tepeye vardığımda gördüğüm manzara karşısında bir kez daha büyüleniyorum, iyi ki korkup aşağıda kalmamışım diyorum. Karşımda ormandan bir okyanus var. Alabildiğine yeşillik, arada yüksek piramitlerin tepeleri ve hayat ağaçlarının kırmızı yaprakları kendini gösteriyor. Yarım saat aşağı inmiyoruz. Masmavi gökyüzüne, ufka ve yeşil denize bakıyoruz  uzun uzun.   
            

20 Ocak 2011 Perşembe

Yağmur ormanlarından önce son durak: Flores


Antigua’dan ülkenin kuzeyindeki Peten eyaletine varmak için yaklaşık on saatlik bir otobüs yolculuğu yapmamız gerekti. Koltukları yatak olabilen iki katlı otobüsümüzle öyle rahat seyahat ettik ki biz bile şaşırdık. Buralarda ‘rahat’ yolculuk yapmak neredeyse imkansız çünkü... İşte, küçük mutluluklar bazen karşımıza çıkabiliyor. Bunca yola katlanmamızın nedeni Maya piramitlerini ziyaret etmekti. Yaklaşık iki aydır buradayım, ha gittik ha gideceğiz derken sonunda piramit ziyaretini Sascha’nın bizden ayrılacağı haftasonuna denk getiriyoruz.
Peten eyaleti Guatemala’nın Meksika sınırında, ülkenin üçte birini kaplıyor. Alabildiğine yağmur ormanı... Doğuda Belize, kuzeyde ise Meksika’nın ormanlarıyla birleşiyor. Maya medeniyetinin izlerine aslında ülkenin her yerinde rastlamak mümkün. Ama Peten geçmişte en büyük Maya şehir devletlerinden biri olan Tikal’e ev sahipliği yapıyormuş. Bu nedenle hem arkeologlar hem de tarih meraklıları için çok önemli bir yeri var. Maya medeniyeti kalıntıları Meksika’nın güneyindeki Yucatan’da da oldukça büyük ama Tikal için bu muazzam kültürün mabedi demek yanlış olmaz.
Yağmur ormanlarına girmeden önce medeniyetin olduğu son yerleşim yeri Peten Itza gölü ve çevresi. Bu gölün ortasındaki Flores adasında, Los Amigos isimli bir hostelde konaklıyoruz. Flores öylesine küçük bir ada ki etrafını yirmi dakikada dolaşmak mümkün. Adayı kıyıya bağlayan bir iki kilometrelik bir köprü bulunuyor. Suya uzanan daracık taşlık yolları, rengarenk tek katlı evleri ve adanın mimari dokusuyla aslında hiç örtüşmeyen kasabanın ortasındaki devasa katedrali ile Flores, Venedik’in minik adalarını anımsatıyor bana. Biraz daha gelişmemişi diyelim...
                                                                  Los Amigos

Cuma günü Flores’e vardığımızda katedralin baktığı büyük meydanda yine bir şenlik vardı. Yine diyorum zira bu ülkede neredeyse her hafta bir karnaval, bir şenlik var. Hostelin sahiplerine “Hangi azizin doğumu kutlanıyor?” diye sorduğumda, “Bu biz aziz günü değil, Kara İsa’yı kutluyorlar” cevabını alıyorum. Kara İsa mı? O da ne? İspanyollar burayı ilk işgal ettiklerinde misyonerler, adanın ortasındaki büyük katedrali inşaa edip, içine de tahtadan bir İsa heykeli dikmişler. Buradaki nem oranının yüksekliğinden ahşap heykel kısa sürede kararmaya başlamış. Bu garibim Mayalar da İsa’nın kendileriyle aynı renge döndüğüne inanıp kitleler halinde hıristiyanlığa geçmeye başlamışlar. Flores yerlileri İsa heykelinin kararmaya başladığı bu haftayı her yıl Kara İsa haftası olarak kutluyorlar. Kutlamalar boyunca her zamanki gibi fişekler atılıyor; sabahlara kadar şarkılar söyleniyor.    
Bu gürültüde hostelde kalıp dinlenemeyeceğimizi anlıyoruz. Gölün karşı kıyısında San Miguel kasabasının tepelerinde ufak bir ören yeri ve nefis bir manzara olduğunu öğrenince kendimizi dışarı atıyoruz. Gölün her yanında seyreden buraya has kano benzeri uzun ince, üzerleri tente ile örtülü rengarenk  teknelerden birine atlayıp karşı kıyıya doğru yol alıyoruz. Peten Itza cam göbeği rengi, etrafını çevreleyen palmiye ağaçları, minik plajları, ile bugüne dek gördüğüm en berrak, en renkli, en güzel göl. Teknemizin motoru pek kuvvetli değil; kısacık mesafeyi ağır ağır alıyoruz. Göl öylesine sessiz ve sakin ki bu yavaşlık hoşumuza gidiyor. Kuş sesleri bize eşlik ederken damları palmiye yapraklarıyla örtülü, önlerinde geniş verandalar ve kayıklar olan kyıdaki ahşap evleri seyre dalıyoruz.
                                           San Miguel kasabasından tepelere doğru
San Miguel’e varınca tepeye doğru tırmanmaya başladık. Köylülerin tarifiyle ‘mirador’a doğru ilerledikçe bir ormanın içinde buluyoruz kendimizi. Birkaç küçük tabela önümüze çıkıyor ama doğru düzgün yol gösteren bir işaret yok. Bir süre sonra yolumuzu şaştığımızı anlıyoruz. “Burada kaybolup da ormandan çıkamazsak bizden bizden ne güzel ‘tehlikeli yolculuklar’ belgeseli olur diyerek gülüşüyoruz. Epey yürüdükten sonra önümüze üzerinde Maya hiyerogliflerinin olduğu küçük kayalar çıkıyor ama daha büyük bir ören yerine rastlamıyoruz. Bir sonraki tabela “Arbol de Amoré yani “Aşk Ağacı”nı işaret ediyor. Madem kalıntıları bulamıyoruz o halde aşk ağacına yürüyelim deyip daha da kayboluyoruz. İki saatlik yürüyüşün ardından kan ter içinde kaldık. Burası böyle yoruyorsa bizi yağmur ormanlarında ne yapacağız diye kara kara düşünüyoruz. Sascha sonunda isyan bayrağını açıp “kendimizi kıyıya, bir plaja atalım” diyor. Uzakta ağaçların arasında gölü görünce suya soğru hızla koşmaya başladık. Bir çiti aşıp kıyıdaki çocuklara doğru koşar adım yürüyoruz. Sonra kucağında bir bebekle anneleri, onun yanında da iki sevimli köpek beliriyor. Dünyaya düşmüş uzaylılar gibi onları dostça selamlayıp, “Merhaba! Yolumuzu kaybettik de, buradan göle girelim dedik” dememize kalmıyor kadın yanındaki iki köpeği üzerimize salıveriyor. “Ay çok tatlı köpekleeer..” derken bir anda sohbetimizin rengi değişmeye başladı. “Bize doğru mu koşuyor bunlar?” ... “Yok canım..!”.. “Sascha koşma bence, sakince yerinde dur!”... “Arkama saklan da beni ısırsın di miii!” Biz udak adımlarla geri geri yürürken köpekler son hızla üzerimize atladı. Kalbim yerinden çıkacak sandım! Sen misin milletin özel arazisine giren. Neyse ki bizi paralamadılar; biraz tartaklandık, koklandık, sonra azad edildik. Ormanın içine, ardımıza bakmadan gerisin geriye hızla kaçtık.
                                            Aşk Ağacı'nda meşk ediyoruz
 
Ormanda yolumuza devam ettikçe kocamn bir yuvarlak yaptığımızı ve bailadığımız noktaya döndüğümüzü anlıyoruz. Köyden aşağı doğru inip ilk tekneye atlıyor ve “Bizi en yakın plaja götür” diyoruz.  İleride on dakikalık bir mesafede küçük bir plaja getirdi bizi kaptan. “Playita...” dedi. Kum falan yok burada, çakıl taşları ve yemyeşil çimenler... Arkada palmiye ağaçları ile başlayan bir orman var. Plajın ortasında göle uzanan ahşap küçük bir iskelenin üzerinde bizimle aynı yerde kalan iki İsveçli kızı görüyoruz. Onlardan başka plajda kimseler yok. İlk kez bir gölde yüzüyorum, turkuaz renkli sularda, balıklarla yüzüyor ve müthiş keyif alıyorum. İlk günümüzü böylece plajda sessizliği dinleyerek ve tembellik yaparak geçiriyoruz. Ertesi sabah saat dört buçukta, Tikal’e, yağmur ormanlarına doğru yol alacağız.     

12 Ocak 2011 Çarşamba

Bir ömre bedel çocuklarım


On gün kadar önce ufaklıkların öğretmeni Isabel işi bıraktı. İki ve üç yaşındaki onbeş çocuğa bakıyordu Isabel, Renny ve ben de ona yardım ediyorduk. Maaşına zam istediğini ama alamadığını, başka bir iş arayacağını söyledi. Aylık maaşı 1600 quetzal imiş, yani yaklaşık 200 dolar! Tamam burası ucuz bir yer ama, bizim standartlarımıza göre... 200 dolarla da yaşanmaz ki! Bir de tek başına çocuk büyütüyor. Hak verdik ona tabi, daha iyi bir iş bulabilmesini dileyerek veda ettik. Artık başka bir yerde çalışmak istemediğini, özürlü çocular için köylerden birinde anaokulu açmaya çalışacağını söyledi. Aslında bunu bir iki yıl içinde planlıyordu ama beklemeye neden olmadığını düşündü sanırım. Hayallerini gerçekleştirebilmesi adına onun için dua ediyorum.
Isabel’in ayrılışının ertesi günü bizi buradaki yetimhaneye yerleştiren Maximo’nun yöneticisi Brittany  aradı. Gülerek “Terfi ettiniz! Ama hiç para almayacaksınız tabi ki!” dedi. Yetimhanenin yöneticisi arayıp çocukların sorumluluğunu alıp alamayacağımızı sormuş. Seve seve kabul ettik, bu şekilde resmi olarak öğretmenleri olarak atanmış olduk.
Bir sonraki gün Semillas’a gittiğimde biraz tedirginim. Daha önce çocukları yıkamak, altlarını değiştirmek vs gibi zorlu işlerin hepsini Isabel üstleniyordu. Şimdi ikimiz çocuklarla baş başa kaldık. Isabel’in burada olduğu zaman zarfında çocukları çok şımartmışız. Yaramazlık yapıp ondan kaçtıklarında bizim kucağımıza atlıyorlar, Isabel’in kullanmalarını istemediği bir oyuncağı alamadıklarında gelip gizlice bizden istiyorlar. Biz de bir dediklerini iki etmiyoruz. Bize hep söylüyordu Isabel, “bu kadar şımartmayın çocukları, kontrolü kaybedersiniz” diye. Gittiği gün haklılığını anladık.
İlk bir hafta disiplini sağlamaya çalışmakla geçti. Yatakhanede, sınıfta bir patırtı, bir bağırış... Ara ara sinirlerimiz çok geriliyor Renny’yle, sırayla birbirimizi sakinleştirmeye çalışıyoruz. Ama şimdi artık onları çok daha iyi tanıdığıma, daha fazla yardımcı olduğuma inanıyorum. Çocuklar daha bu kadar ufakken nasıl da karakterleri yerli yerinde, her biri nasıl da şahsına münhasır bazen şaşıyorum.
Tombik ama güzel suratlı Carolina mesela mızmızın teki. Bütün oyuncakları kendi almak kimseyle de paylaşmamak istiyor. Dört oyuncağın birini elinden al, hemen başlıyor ağlamaya... Eşyalarını paylaşmayı öğrenmesi için epey çaba harcıyoruz.

                                           Carolina noel yemeğinde
                                           Victoria hediyesini açarken


Victoria’nın tek gözü biraz şaşı, gözlerinin içine bakınca insanın başı dönüyor. Ama çok şeker bir kız, her sabah beni görünce kucağıma atlıyor, yanaklarımı ellerinin arasına alıp öpücük veriyor. Biraz yalan söyleme huyu var ne yazık ki, sırf onunla ilgilenelim diye "tuvalete gitmem lazım, üşüdüm üzerime birşey giydirin" diye palavralar sıkıyor ama artık onu iyi tanıyoruz. "Hırkamı yatakhanede unuttum" diyor geçen gün, "doğru mu söylüyorsun yoksa yalan mı?" diye soruyorum. Saftirik, gülerek "yalan söylüyorum" deyip yeniden oynamaya dönüyor.  
Marcos ve Christian aralarındaki en akıllı çocuklardan, bu yüzden de bütün cinlikler onlardan çıkıyor. İkisinin de göz ucuyla bizi kollarken gizlice eşyaları karıştırma, teybi kurcalama, başkasına ait bir eşyayı yürütme gibi huyları var. Ama Marcos müziğe karşı çok duyarlı, güzel bir melodi duyduğu zaman herşeyi bırakıp uslu bir çocuk oluyor. Elimden çekip “dans et benimle” diye sınıfın ortasına sürüklüyor. Onu sürekli müzikle meşgul etmeye çalışıyoruz. Christian ise okumaya meraklı. Güzel resimleri olan bir masal kitabı bulduğu zaman köşeye çekilip okuyormuş gibi yapıyor sessizce. Dudaklarını oynatıp gözlerini kocaman açıyor. İnanılmaz sevimli bir şey. Bir de nedense tuvalete giderken çok neşeli. Elimden tutup seke seke banyoya koşuyor, tuvalete oturduğu zaman oradan ayrılmamı istemiyor. Başlıyor konuşmaya, “Şu anda çiş yapıyorum, bir dakika galiba kaka da yapıcam. He heey, üç tane yaptım!” Bir de donundaki desenleri tarif etme huyu var.  “Bak ne güzeeel!” dedi bugün, “Yaa futbol ve basketbol topları” dedim. “Hayır, küçük tatlılar onlar” diye cvap verdi. Canı tatlı istedi sanırım.      

                                           Edison kemerime saldırırken


Edison ve Justin ikizlerimiz. İkisini de aynı aile evlatlık almış ama bir süre önce Guatemala yasaları değişince yetimhaneye geri dönmek zorunda kalmışlar. Justin güzel yüzlü, sessiz bir oğlan. Bırak bir köşede kendi kendine saatlerce oynar. Edison ise tam tersi, düz duvara tırmanan cinsten. Onun da nedense aksesuarlara karşı bir ilgisi var. Her sabah beni gördüğü zaman önce pantolonumu kontrol ediyor acaba kemer takmış mıyım diye. Eğer bende bulamadıysa “Renny’de var mıdır?” diye soruyor. Baktı kemer yok, eldiven soruyor... Böyle bir çocuk... 

                                           Juanito ortada sarı kazaklı...


Juanito aslında içlerinde en büyüklerden biri ama minicik kavruk bir oğlan. Tavşana benzetiyorum ben onu çıkık ön dişleri yüzünden... Çok sevimli birşey ama sürekli altına kaçırıyor. Sonra da çok utanıp ağlamaya başlıyor. “Tuvalete gitmek isteyen var mı?” diye sorduğumuzda herkesin sesi çıkıyor ama baktık Juanito’dan hiçbir zaman ses çıkmıyor. Geçen gün kucağımda otururken sağolsun üzerime işedi; uzun uzun konuştum onunla, çişin geldiği zaman söyle bana birlikte gidelim diye. Neyse ki geçen gün söyledi, ben de çok sevindim, tezahüratlar eşliğinde tuvalete gittik. Yalnız Juan’ı klosete oturturken birden ağlamaya başlıyor, “İçine düşmek istemiyorum, çok korkuyorum” diyor. Birkaç gün önce sabah yetimhaneye geldiğimizde Juanito’yu bileklerinden yatağının kenarına bir iple bağlanmış olarak bulduk. Akşam onlarla birkaç bakıcı kalıyor, çoğunluğu aşağıda Parramos köyünde yaşayan yerliler. Biz sabah geldiğimizde onlar da evlerine dönüyorlar. Yavrum ağlamaktan gözleri şişmiş, kaç saattir o şekilde duruyorsa durumu kabullenmiş gibi yüzü asık önüne bakıyor. Çocuğu o şekilde görünce sinirlerim bozuldu. Hemen bakıcılardan birine gidip “bu nedir böyle?!” diye bağırdım. “Aaa çocuklar oyun yapıyorlar birbirlerine bazen, onlar yapmıştır” gibi baştansavma bir cevap verdi, koşup düğümü açmaya başladı. Ama Renny de ben de eminiz ki iki yaşındaki çocuklar birini bu şekilde bağlayamaz. Anladık ki birileri çocuk altına kaçırıyor diye işkence gibi cezalar veriyor. Neyse ki durumu yöneticilere ilettik de akşam başlarında durması için bir öğretmen buldular. Amerikalı orta yaşlı bir kadıncağız. O geldiğinden beri içimiz biraz daha rahat. 

                                          Sol öndeki elbette Dulce :)  Yanında Christian


Bir tane de Dulce’miz var. Dulce, İspanyolca da “tatlı” demek. İsmi gibi tatlı bir kız aslında ama diğerlerine göre biraz “değişik” bir çocuk diyelim. Sert ve donuk bakışlı Dulce daha burada ilk çalışmaya başladığım zaman dikkatimi çekti. Yahu ne biçim bir çocuk bu, diğerleri gibi gülücük atmıyor, yüzünde sürekli korku filmi izliyormuş gibi bir ifade var... Acaba birşeylerden mi korkuyor, mutsuz mu diye bakıyorum, yoo kızın normal hali böyle. Kendi kendi oyuncaklarıyla oynuyor, çocuklarla da ilişkisi iyi, ama suratta zarre mimik yok. Aynı şey Renny’nin de dikkatini çekmiş ki bir gün yanıma gelip diyor ki: “Dulce’nin yüzüne dikkat ettin mi? Bazen korkuyorum, bakamıyorum gözlerine. Katil bebek Chucky gibi bakıyor, sanki aniden bir bıçak çıkarıp karnıma sağlayacak gibi!” Renny’ye çok gülüyorum, o günden sonra sürekli Dulce suratı yapıp duruyoruz birbirimize. Öyle ki artık evdekiler bile durumu biliyor, birşeylere kızıp sinirlenince tüm ev ahalisi Dulce suratı yapıyor.
Geçen hafta Isabel’in yokluğunda çocuklara banyo yaptırma işi başa düştü. Bizimkilerden büyük çocuklarla gönüllü çalışan Jaime ve Lauren’dan yardım istedik. Onlar minikleri bahçede oyalarken biz de ikişer ikişer  yıkamaya giriştik. Ne yazık ki yetimhanede sıcak su yok, çocuklar buz gibi suyla banyo yapmak zorundalar. Her ne kadar sıcak su işini çözmeleri için yetimhane görevlilerinden yardım istediysek de bir türlü beceremediler. Tabi çocukları zaptetmek çok zor, bulduğumuz küçük plastik cikleyen bir ördekle onları oyalamaya çalışıyoruz. “Bak bak nasıl da yıkanıyor ördekciiik, gel birlikte yıkayalım” diye kandırmacalar ve büyük mücadelelerle on sekiz tane çocuğu yıkıyoruz. Çoğu bu numarayı yutuyor, titreye titreye yıkanıyor garipler. En çok Christian ağlıyor yazık, “sıcak su istiyoruuummm!” diye avaz avaz. Onları yıkarken ellerim donuyor, ağlıyorlar diye ciğerim yanıyor.
                                          Isabel onları yıkarken bizim hayatımız kolaydı...
Sıra Dulce’ye geldiğinde Renny eline ördeği alıyor, birkaç kez öttürüp ilgisini çekmeye çalışıyor. Her zamanki gibi banyo yaparken de diğerlerinden farklı. Sadece  Dulce ördekten korkuyor, geri geri kaçmaya başlıyor. Zor bela küvete sokup suyu açıyorum, buz gibi su ayaklarına değmeye başlayınca neşeyle gülmeye başlıyor. Bana mısın demiyor soğuk su çocuğa... Birbirimize şaşkınca bakıp kahkahayı basıyoruz. Ördekten kork, soğuk sudan korkma...

El Salvador 2: En sıcak yılbaşı


Sınırdan El Tunco’ya varmamız iki saat kadar sürdü. Buraya gelene kadar pek çok farklı plaj gördük, hepsi birbirinden egzotik görünüyor. El Tunco köyünü Çıralı’ya benzettim aslında. Sıra sıra dizilmiş ağaç evler, kamp alanları var. Sahile uzanan toprak yol sonunda bir çıkmaza ulaşıyor ve sola denize doğru uzanıyor. Denize inen hepi topu iki yüz metrelik bir yol var. Burada yan yana büfeler sıralanmış. Sonra sahil şeridi başlıyor ve yan yana güzel restoranlar, barlar sıralanıyor. Burası o kadar küçük ki on dakikalık yürümeyle bitiveriyor. Hediyelik eşya dükkanı falan da yok, yalnızca terlik, mayo veya sörfçüler için ekipman satan küçük dükkancıklar var.
                                           El Tunco kasabası

Konaklayacağımız pansiyon Papaya Lodge çıkmaza varmadan hemen önce yolun solunda. Önüne gelir gelmez sıcaktan ve kalabalıktan erimeye başladığımız araçtan kendimizi dışarı atıveriyoruz. Demirin üzerinde zıplamaktan kalçam sızlıyor, gerine gerine iniyorum. Papaya Lodge’un kırmızı renkli yüksek bir duvarı, büyük uzun bir ahşap kapısı var. İçeride ne olduğunu tam olarak göremiyoruz. Kapı açılınca karşılaştığım manzara hoşuma gidiyor. İçeride tek katlı enlemesine uzayan, yan yana odaların olduğu bir bina var. Bahçede palmiyeler, ağaçların arasında hamaklar, sol tarafta küçük kare bir havuz, girişte sağ tarafta ortak kullanıma açık bir mutfak ve yemek masası. Hepimiz beğeniyoruz burayı. Aceleyle içeri dalıyoruz, niyetimiz hemen üzerimizi değişip plaja inmek. Sonradan eski bir sörfçü olduğunu öğrendiğimiz Salvadorlu pansiyon sahibimiz odalarımızı gösteriyor. Bakıyoruz ki iki yatak eksik... Bizi buraya gönderen acente yani gangster Jose, sadece sekiz kişi için yer olduğunu söylememiş bize. Adam da şaşırıyor, biz de... İki kişinin dışarıdaki hamaklarda kalabileceğini, ama ödeme yapmamız gerektiğini söylüyor. Jose sadece sekiz kişinin parasını ödemiş. Oysa ki onumuz da ödeme yapmıştık. Ayrıca üç öğün yemeğimizin de olmadığını öğreniyoruz. Zaten Papaya’da kahvaltı ya da yemek servisi yokmuş. Andrew hışımla Jose’yi arıyor, karşılıklı bağırmaya başlıyorlar. Jose’nin sesini biz bile duyabiliyoruz. Andrew’a “Buraya geldiğinde seni bulup geberteceğim” diye bağırıyor. Yapacak bir şey yok... Zaten dört saatlik yoldan gelmişiz. Kaderimize razı oluyoruz. Gruba en son dahil olan Andrew ve kız arkadaşı hamaklarda yatmayı kabul ediyor. Bu mormonlar çok mızmız insanlar diye düşünüyordum ama neyse ki hamak konusunda sıkıntı çıkartmadılar.
Oda meselesini hallettikten sonra mayolarımız giyip plaja koşuyoruz. Uçsuz bucaksız bir plaj... Kilometrelerce devam ediyor. Kumlar simsiyah... Bu bölgede volkanlar olduğu için kumlar da dağlardan geliyormuş, bu yüzden simsiyahmış... Sascha ve ben önden koşturuyoruz, ekip kalabalık olunca hazırlanmaları da epey bir zaman alıyor; beklemek istemiyoruz. Okyanus sakin görünse de kıyıya vuran dalgalar kocaman. Avustralya’dan okyanus dalgalarına alışık olduğu için Sascha denize girmeden önce bana kısa bir brifing veriyor: “Büyük dalgalar geldiği zaman tam içine doğru yüz, üzerinden geçmeye çalışma.” Tavsiyesi gerçekten işe yarıyor, çocuklar gibi kendimizi denize atıyoruz. Okyanusta şunu öğrendim, bikini giymemek lazım. Yüzeyim mi mayomu mu tutayım bilemiyorum. Yine de çok eğleniyoruz. Biz denizdeyken plajdan el salladıklarını görüyoruz. Bakıyorum ki birkaç hafta önce kahve plantasyonunda tanıştığımız İngiliz kardeşler Ness ve Martin bizimkilerin yanında.
Plajdan çıkıp kucaklaşıyoruz, Atitlan gölü kenarındaki San Marcos ve San Pedro’da bir süre kaldıktan sonra Salvador’a geçtiklerini, bir haftadır da El Tunco’da tembellik yaptıklarını söylüyorlar. Ness, “Bu gece yılbaşı, birlikte dans etmeliyiz! Akşam buradaki barlar çok güzel oluyor” diyor. Plajdan yirmi dakika kadar güneye doğru yürüdükçe ileride mağaralar varmış, orada yüzmeye karar vermişler. Bizse önce sahilde dinlenmek istiyoruz.
Akşamüzeri güneş batarken plaj daha da güzel görünüyor. Kum incecik, hava sıcak, keyfime diyecek yok. Güneş batarken kıyıdaki barlardan birinden buzlu mango suyu alıyorum. Elimde mango suyumla Sascha’ya eşlik edip sörf dersi veren kıyıdaki gençlerin yanına doğru yürüyorum. Benim dalgaların büyüklüğünden gözüm korkuyor açıkçası, sörf işine hiç girişmiyorum. Sascha ise çok hevesli, ertesi sabah saat on için adamlarla sözleşiyor. Dalgalar ve yakıcı güneş bizi yorunca Papaya’ya geri dönüp hamaklarda yayılıyoruz. Onca yoldan sonra ben hamağa serilip serilmez tabiri caizse sızıyorum.
Uyandığımda artık akşam yemeği vakti gelmiş, ama bizimkiler hala havuzun içinde. Hepimiz öylesine keyifliyiz ki El Salvador fikrini ortaya atan Sascha’ya teşekkür ediyoruz. Ness ve Martin’in tavsiyesine uyup kıyıya inen kısa yolun üzerindeki tacos restoranında (aslında restoran demeyelim de birkaç masası olan bir kulübe diyelim) yemek yemeğe karar verildi. Pansiyondan çıkıp birkaç adım attıktan sonra insan toz toprak içinde kalıyor ama yine de yılbaşı akşamı olduğu için hepimiz giyinip süslendik.
Deniz mahsüllü tacoslarımızı biralarımızla yudumlarken sokakta havai fişek ve bomba vahşetinin yeniden başladığını irkilerek fark ediyoruz. Garson, “Siz bir de bu gece yeni yıla girerken atılacak bombaları düşünün” deyip bizi uyarıyor.
Yemek sonrası soluğu kıyıdaki barlardan birinde alıyoruz, içeriden güzel latin ezgileri geliyor. Bir süre sonra İngiliz kardeşler de katılıyorlar bize. Bir ara etrafıma bakıyorum, Mormonlar barı terk etmiş. Zaten portakal suyuyla oyalanıyorlardı bir süredir. Biz gece ilerledikçe müziğin ritmine kapılıyoruz, Maximo’da aldığımız salsa derslerinin verdiği cesaretle bazen Salvadorlular bazen de bizim gibi diğer gezginlerle dans etmeye devam ediyoruz. Gece yarısı olduğunda kalabalığın akışına kendimizi bırakıp plaja bakan duvarın üzerine tüneyip havai fişek gösterilerini izliyoruz. Bazıları ellerindeki çubuklardan küçük ateş topları fırlatıyor yukarı. Kimileri ellerinde içkileri kendilerini denize atıyor. Biz bir süre daha gökyüzünü seyredip yeniden dans etmeye geri dönüyoruz. Çok eğleniyorum, hayatımın en sıcak yılbaşı gecesi diye düşünüyorum.
                                           Yılbaşı gecesinden sabaha kalanlar... 

6 Ocak 2011 Perşembe

El Salvador 1: Yol arkadaşlarım


Yeni yıla El Salvador’da girme fikri Sascha’dan çıktı. Biz sabah çalışırken o Antigua’daki seyahat acentelerini tek tek dolaşmış ve uygun bir tur bulmuş, hatta birlikte çalıştığı Rachel ile depozitosunu yatırmış bile... El Salvador kıyıları özellikle sörfçüler için bir cennet. El Zonte, El Tunco, La Libertad gibi sahilleri çok meşhur. Yeni yıla buradan da sıcak bir iklimde, Pasifik Okyanusu kıyısında girmek bize de cazip geliyor. Sascha’nın peşine takılıp acenteye gidiyoruz. Kısa boylu, şişman, dudakları patlak, gangster kılıklı bir adam sandalyesine yayılmış cips yiyor. Orada olmamız çok da umurunda değil gibi, konuşurken uzaklara bakıp göbeğini kaşıyor. Renny ve ben adamdan hiç hoşlanmıyoruz, tipi de tekin gelmiyor, dudakları sanki bir kavgada patlamış gibi... El Salvador’da gideceğimiz plaj, kalacağımız otelle ilgili sorularımıza adamın doğru düzgün yanıt veremediğini görünce iyice işkilleniyoruz. Sonunda anlıyoruz ki Sascha El Salvador yerine Guatemala’nın Pasifik kıyısındaki Monterrico plajı için rezervasyon yaptırmış. “O zaman alalım paraları geri” diyecek oluyoruz, adam bize doğru hırlıyor... Pek tartışmamaya çalışıyoruz. Adının Jose olduğunu öğrendiğimiz suratsız adam “Señorita yanlış anlamış, eğer isterseniz ben size El Salvador’da bir yer de ayarlarım” diyor. Ahhh Sascha nereden atladın hemen bu acenteye diğerlerini doğru düzgün araştırmadan!... Sascha üzgün balık suratıyla bize bakıyor, “Napalım, benim hatam... yansın o zaman para, adamdan da ürktüm” diyor. Kıyamıyoruz ona, Jose efendiyle El Salvador pazarlığına girişiyoruz. Sonunda anlaşma yapılıyor, eğer toplam sekiz kişi ya da daha fazla olursak otel ve transfer için vereceğimiz ücrete üç öğün yemeğimizi de dahil edecek. Ayrıca şoför de bizimle birlikte kalacak, böylelikle diğer plajlara geçebilmek için aracımız yanımızda olacak. Ertesi gün için Sascha’ya ceza veriyoruz, sekiz kişiyi tamamlamak için diğer gönüllülerle konuşacak. Allah için becerikli kız, ağzı da laf yapıyor, bir gün sonra yolcularımızın sayısının ona çıktığını öğreniyoruz. Ertesi gün diğer seyahat arkadaşlarımızla Maximo’da buluşup acenteye gidiyor ve paramızı yatırıyoruz. Sascha’nın birlikte çalıştığı geveze Rachel, engelli çocukların kaldığı bir yetimhanede çalışan Amanda ve bir klinikte gönüllü olan hemşirelik öğrencisi Levi dışında diğerlerini tanımıyorum. Amanda, Rachel ve Levi gibi Amerikalı genç bir çift, Koreli bir kızcağız, ABD’de tıp okuyan Çinli bir kız daha. Acente bizi Cuma sabahı altıda evimizden alacak, dört saatlik yolumuz var.           
Akşam evde bir yandan salsa ritimleriyle dans ederken bir yandan da çantalarımızı hazırlıyoruz. Koruyucu meleğimiz Mari bize yine yolluk hazırlıyor, sandviçler, meyveler, çikolatalar... keyfimize diyecek yok. Bu arada Leo elinde iki şapkayla yanımıza geliyor. Bir tanesi hasır, diğeri siyah bir fötr şapka. Hasır olana bayılıyorum, “Bu el yapımı meşhur bir Panama şapkası, sombrero deniyor. İstersen yanına alabilirsin, orası çok sıcak olacak” diyor. Sevinçle kapıyorum şapkayı, teşekkür ediyorum. Diğerini de Pat kafasına takıyor, kendi kendimize gülüşüyoruz. 

Mari sabah beş buçukta bizimle birlikte kalkıyor, kahvaltımızı da hazırlıyor. Kapının önüne çıkıp beklemeye başlıyoruz. Yirmi dakikaya kadar endişelenmiyoruz. Yarım saat, kırk dakika, elli dakika geçiyor. Jose telefonuna da cevap vermiyor. “Tamam soyulduk” diyoruz. O sırada Sascha Rachel’a ulaşmayı başarıyor, herkesi sırayla toplayarak ağırdan geliyorlarmış bizim eve doğru. Küçücük Antigua’da herkesi almaları nasıl bu kadar uzun sürüyor diye tartışıyoruz. Neyse ki yedide araç geliyor. Küçücük eski bir minibüs, içeride insanlar tıkış tıkış. Ön koltukta tanımadığımız bir kız görüyoruz, İsviçreliymiş, Jose onu ve bir arkadaşını da bizim tura dahil etmiş. Bu araç nasıl on iki kişi alacak diye birbirimize bakıyoruz ama, yola çıktığımız için de mutluyuz. Son olarak İsviçreli kızın arkadaşını almak üzere bir evin önünde duruyoruz. Şoför kapıyı çalıyor ama ses yok... On dakika sonra kız kapıda beliriyor, uyuyakalmış... yirmi dakika da onun için bekliyoruz. Herkes gergin bir şekilde birbirine bakıyor, derin nefes alıp sakinleşmeye çalışıyoruz. İsviçreliye dönüp “Arkadaşını arasana, neden gelmiyor!” diyor bazıları. İsviçreli cevap veriyor: “Ben de çok iyi tanımıyorum, Belçikalı bir kız bu, sadece aynı yerde çalışıyoruz, telefonu da yok.” Sonunda kız özür dileyerek geliyor. Homurtular bir müddet daha devam ediyor, yola çıkmak için sabırsızlanıyoruz.

Ben arka koltukta üç kişiyle birlikte kucak kucağa oturuyorum, önümüzdeki iki sıra da dolu. “Çok klostrofobik bir yolculuk olacağa benziyor” diyorum. Yanımda oturan çift “Kaza yaparsak buradan çıkmamız mümkün değil” diye gülüyor. Gülünecek bir şey bulamıyorum, “yaa sabır” deyip düşünmemeye çalışıyorum.
Yola çıktık... güneş kendini gösterip hava ısınmaya başlayınca koltuktaki samimiyetimiz fazla gelmeye başladı. Fakat dağlardan okyanus kıyısına doğru ilerledikçe manzara öylesine güzelleşti ki halimizi unutuverdim.
Önce uçsuz bucaksız mısır ve muz tarlalarını görüyorum. Hasat zamanı olduğu için ürünler toplanmış, çiftçiler tarlalarını temizliyor. Yollarda atlarını süren köylüler, yanlarında birer inek ve köpek, beyaz kovboy şapkaları ve çizmeleriyle ilerliyor. Volkanları ve sıradağları ardımızda bıraktıkça palmiyeler çoğalmaya başlıyor. Yol aşağı doğru kıvrılarak sahile doğru iniyor. Tam asfalt yol ne kadar düzgün diye düşünürken, ana yoldan çıkıp bozuk bir köy yoluna giriyoruz. Arka koltukta zıplarken ne olduğunu anlayamadığım koltuğun demir bir parçası popoma batıyor, o sırada yanımda oturan Amanda kafasını tavana çarpıyor. “Ne oluyor, neden girdik bu yola?” diye sesleniyoruz şoföre, “Geçen yıl fırtınada asfalt yol zarar gördü, yolu kapattılar, mecburen bir süre bu şekilde ilerleyeceğiz” diyor.
Köy yolundan çıkar çıkmaz El Salvador tabelasını görüyoruz. On kilometre kaldığını müjdeliyor. Bu arada Salvador’a doğru irili ufaklı ırmakların çoğaldığı dikkatimi çekiyor. Birçok ufak köprüden geçiyoruz. Aşağıda dere kenarındaki taşların üzerinde rengarenk çamaşırları görüyorum, köylüler bir yandan yıkamaya bir yandan kurutmaya devam ediyor, çocuklar gülüşerek suya atlıyorlar. Biraz daha yol alınca karşıda iki üç tane kulübeden bozma kerpiç ev görüyoruz. Önünde birçok araç park etmiş. Şoför “sınıra geldik” deyince şaşırıyoruz. Ne bir asker, ne bir güvenlik koridoru. Karşıda gördüğümüz kulübeler de sınır kapısıymış. Arabamızı park edip iniyoruz. Kulübelerin birinin önünde iki camlı bölme var, pasaportlarımızı burada damgalatacakmışız. 

Bu arada şoförümüz kişi başı 15 quetzal (yaklaşık 2 dolar) geçiş parası ödeyeceğimizi söylüyor. Sıraya giriyoruz. Benden önce Çinli kız pasaportunu uzatıyor. “Bakalım ne sorun yaşayacağım” diyor. Söylediğine göre Çin pasaportuyla giriş-çıkış yapmak her ülkede çok zormuş. “Neden” diye soruyorum, “Komünist ülkeyiz ya” diyor. Gerçekten de polis memuru pasaportunu dikkatle inceliyor. Kızcağız aslında ABD’de okuduğu için oturma izni ve vizeye sahip. Ama buraya gelmeden önce de ayrı vize istemişler. “Guatemala bizden vize istemiyor” derken Türk pasaportuyla ömrü vize kuyruklarında geçmiş biri olarak hafiften böbürleniyorum.  Yanındaki pencere boşalınca ben de oraya geçiyorum ama benim pasaportumu da diğerlerinden ayrı bir dikkatle inceliyor polis memuru. Hatta pasaportumu alıp içeriye gidiyor ve görevlilere gösterip birşeyler söylüyor. O an bir ürküyorum, “kıza güldük içimizden şimdi beni uğraştıracaklar” diye düşünüyorum. Bu arada Çinli kızın işlemleri hala devam ediyor. Şöyle bir yan gözle bakıyorum, polis memuru kıza ciddi bir suratla birşeyler soruyor. Sonra elinde pasaportumla polis memuru gülerek geri dönüyor. “İlk kez bir Türk pasaportu görüyorum, arkadaşlara da göstereyim dedim” diyor. Rahatlayıp gülümsüyorum, havadan sudan sohbet etmeye başlıyoruz. Pasaportumu damgaladıktan sonra  ardımdan bağırıyor, “Hey Turca! İsmin çok güzel bu arada!”. Edalı edalı teşekkür ediyorum. 

Bu arada yol arkadaşlarımda bir Türk pasaportu merakı hasıl oldu. Herkes sırayla bakmak için izin istedi. Silme vize dolu pasaportumla çok hava atıyorum, onlar da gayet Amerikalı bir şekilde “vaaauuvv aavvvsım, bizim pasaportlar bomboş” diye bağırışıyorlar. Demiyorum tabi siz Amerikalısınız diye her yere elinizi kolunuzu sallayarak girebiliyorsunuz diye. Marifet sandılar onca vizeyle dolu pasaportu. 


Arabaya doluşup sınırdaki köprüyü geçerken içi boş demir bir askeri bekçi kulübesi görüyoruz. Ne işe yarıyorsa... Bu arada Salvadorlu ve Guatemalalılar ellerini kollarını sallayarak geçiyorlar sınırdan. El Salvador pasaport kontrolüne geldiğimizde aracımız yavaşlıyor. İlk kez üç tane asker görüyoruz. Açık camlarımızdan içeri bakıp, “Yolculuk nereye?” diye gülüyorlar. “El Tunco plajı” diyoruz. Selam verip, geçin işareti veriyorlar. Salvador tarafında da aynı kulübeler... Burada da pasaportum neşeyle karşılanıyor. Bu arada pasaport kuyruğundayken ellerinde tomarla para olan adamlar yanımıza yaklaşıp “Quetzal bozdurmak ister misiniz?” diye soruyor... Biz “bankada hallederiz” deyince şoförümüz “El Tunco’da ne banka ne de ATM var. Burada biraz para bozdursanız iyi olur. Ben sizi El Tunco öncesinde bir bankada durduracağım ama bugün yarım gün olduğu için yalnızca ATM’den para çekebileceksiniz” diyor. El Salvador’un para biriminin ABD doları olduğunu öğrenip şaşırıyorum. Adamlara çok güvenmediğimiz için küçük paralarımızı bozdurup yola devam ediyoruz.
Salvador’a girince bütün ağaçlar palmiyeye döndü. Kıvrılan dağ yollarından aşağı doğru inmeye başladık. Adım başı bir nehrin üzerinden geçiyoruz. Üzerleri palmiye yapraklarıyla örtülü ahşap kulübeler çoğalıyor. Yol kenarında ağaç evler de görüyoruz. Bir kıvrımı döndükten sonra karşıda masmavi Pasifik okyanusu beliriyor. Kızlar “Okyanuuuusssssssssss!” diye çığlık atmaya başlıyor. Aşağıda muhteşem koylar var, turkuaz bir deniz, palmiyeler ve siyah kumlar alabildiğine uzanıyor. İrili ufaklı tekneler kıyıdan seyrediyor. “Otele yerleşir yerleşmez plaja ineceğiz!” diye gülüşmeye başlıyoruz. Bu arada yanımdaki Amerikalı çift akşam yani yılbaşı akşamı için nasıl bir plan yaptığımızı soruyor. “Plan yapmadık, bakalım rüzgar nereden eserse” diyorum. “Biz çok alkol kullanmıyoruz, yani öyle çılgın bir gece geçirmeyiz, değil mi? Buralarda kendimizi kaybetmeyelim, dikkatli olmak lazım” diyorlar. Garip karşılıyorum ama “tabi tabi” diyorum. Birkaç dakika sonra Rachel kulağıma eğilip dedikodu yapmaya başlıyor, “Hey bu Amerikalı çiftle aynı evde kalıyorum ben. Mormonlar ya, biraz tutucular. Ayrı odalarda yatıyorlar evde de ” deyip bıyık altından gülümsüyor. Ben, “Nee?! Mormon mu? Hah ekipte bir mormonlar eksikti. Ama Andrew bana ailesinin Yugoslav asıllı olduğunu söylemişti” diyorum. Rachel da gülerek devam ediyor, “Biliyorum, ama mormon olmuşlar işte ABD’ye göçünce... Harika bir grubuz gerçekten, iki mormon, ben ve Levi iki yahudi, sen... Koreli ve Çinli kızların dini nedir acaba..” diyor. Öğreniyorum ki mormonlar evlenmeden önce iki sene misyonerlik görevi yapmak zorundaymış.  Andrew daha önce bir yılı aşkın bir süre Meksika’da misyonerlik yapmış. Şimdi de kız arkadaşıyla görevlerine devam ediyorlarmış. “Bu yüzden İspanyolcası da çok iyi” diyor Rachel. “Bu seyahat beni daha kimlerle tanıştıracak acaba” diye düşünüyorum.