21 Şubat 2011 Pazartesi

Nehirlerden göle, gölden Karayiplere...



Rio Dulce, İspanyolca’da tatlı nehir anlamına geliyor. Izabal gölünün tam ortasındaki bu köy  Guatemala’nın rivierası... Biraz karışık geliyor kulağa biliyorum;  gölün kenarında nehir ismini taşıyan bir köy... Zira Izabal, birkaç nehir kolunun okyanusa ulaşmadan önce birleşerek oluşturduğu büyük bir göl. Bu  gölün Karayiplere uzanan noktası yeniden daralıyor ve Izabal’ı bir tarafı ırmaklara bir tarafı okyanusa açılan bir göl haline getiriyor. Rio Dulce’den sonra, Karayipler kıyısında yer alan Livingston şehri, Guatemala’nın Belize’ye en yakın noktalarından biri. Rio Dulce’den bineceğiniz bir tekneyle Belize’deki adalara ya da aşağıya Honduras’a seyahat etmek mümkün. 
 
Ülkenin zenginlerinin Rio Dulce’de mutlaka bir evi ya da teknesi bulunurmuş. Bir de Amerikalı ve Kanadalı yat sahiplerinin uğrak yeri. Söylediklerine göre, Rio Dulce Karayip sahillerinde yatlar için en güvenli sığınaklardan biriymiş, o nedenle her yer lüks yatlar, katamaranlarla dolu.
Lanquin ve Semuc Champey’den sonra Rio Dulce’ye ulaşmak beş saatimizi aldı. Şoförümüz Rio Dulce’de herhangi bir banka ya da ATM olmadığı için önce Izabal gölünün başladığı nokta olan El Estor kentinde durdurdu bizi. İyi ki de para çekmişiz, Rio Dulce’ye varınca öğrendik ki buralarda kredi kartı kullanmak pek de makbul değil. Hem ülkenin zengin mekanı, hem de kredi kartı kabul edilmiyor... açıkçası ben de anlamadım. 






Rio Dulce’nin ana limanında, önceden methini duyduğumuz ve yer ayırttığımız Casa Perico’dan gelip bizi alacak olan tekneyi beklemeye başladık. Elbette kırk dakikaya yakın bekledikten sonra teknemiz hala gelmemişti. Elbette diyorum, çünkü Orta Amerika’da otobüslerin, teknelerin, kısacası tüm hizmetlerin inanılmaz yavaşlığına alışmanız, aksini beklememeniz gerekiyor. Ama biz Casa Perico’nun sahiplerinin İsviçreli olduklarını öğrendiğimizde belki biraz daha hızlı gelebileceklerini düşünmüştük. Anlaşılan onlar da buranın kültürüne ve iklimine ayak uydurmuşlar. Tropikal sıcakta kırk dakikayı devirdikten artık dayanamayıp hosteli arıyorum. Neyse ki konuşmamızdan 15 dakika sonra bizi almaya geliyorlar. 7-8 kişilik küçük motorlu bir tekneye doluşuyoruz. Gölün etrafı palmiyeler, damları bambu yapraklarıyla örtülü şık evler, masmavi bir gökyüzü ve rengarenk kuşlar bizi selamlıyor. Neredeyse her evin önünde birer ikişer yat olması dikkatimi çekiyor. Üstelik yatlar için yanları açık, tavanı kapalı büyük garajlar da yapmışlar. Biraz komiğime gidiyor açıkçası, görmemişin yatı olmuş diye düşünüyorum. 

Gölün El Gofete bölümüne bağlanmadan önce daralan boğazına yaklaşmadan önce, solumuzda uzanan nehir kollarından birine doğru dalıyoruz. Bu dar kollar ağaçlar ve sarmaşıklarla öylesine kaplı ki neredeyse güneş almıyor. İlerledikçe nehir, bir bataklığa benzemeye başlıyor, üzerinde garip böcekler, ömrümde görmediğim kuşlar, ağaçlara tırmanan kertenkele-iguana benzeri hayvanları görüyoruz. Bu geniş nehir kolundan bir başka küçük kola, oradan başka bir kola daha sapıyoruz ve birkaç dakika içinde karşıda Casa Perico’nun bambu yapraklı damını ve iskelesini görüyoruz. 






İskeleye çıkar çıkmaz Casa Perico’nun ahşap, iki katlı ana binasının, etrafı açık ilk katına ulaşıyoruz. Bu katı çevreleyen taraça birkaç ahşap masa, şemsiyeler, büyük bir bardan oluşuyor. Ana binanın üst katında iki küçük oda ve yatakhane var.  Aslında Casa Perico, nehrin kenarında olmasına rağmen neredeyse bataklık diyebileceğimiz yarı kuru yarı ıslak bir zemine yapılmış. Büyük ahşap direkler, ana binayı çevreleyen birkaç uzun iskeleyi birbirine bağlıyor. İskelelerin sonunda da yine ikişer katlı küçük bungalovlar oda olaak kullanılıyor. Biz birkaç kişi, altlı üstlü bir bungalova yerleştik. 

Benim yerleştiğim oda bungalovun alt katında, önünde kocaman bir taraçası, ahşap masası, sandalyeleri ve renkli bir hamağı var. Odanın önünde ve solundaki pencerelere cam yerine ince bir tel gerilmiş. Yataklarımızın tepesinde de cibinlikler takılmış. Odaya bayılıyorum ama etraftaki börtü böceği düşünmeden de edemiyorum. Neyse ki gelmeden önce önlemimizi aldık, sıtma haplarımızı yutmaya başladık.
Burada göle girip serinlemeye çalışmak pek tekin görünmüyor. Ama dinlenmek, gölde tekne turuna çıkmak, balık tutmak, dinlenmek için mükemmel bir mekan. Nehirde ve mağaralarda boğuştuktan sonra Rio Dulce bize çok sakin ve güzel geliyor. Sabahtan akşama kadar kitap okuyup tembellik ediyoruz. Üçüncü günden sonra “Bari bir gün yüzüne çıkalım, bir tekne turu alıp etrafı görelim” diyoruz.
Rio Dulce’nin en meşhur noktalarından biri olan San Felipe surlarına doğru yola çıkıyoruz. San Felipe, 1500’lü yıllarda Karayip korsanlarından korunmak için inşaa edilmiş. Casa Perico’dan San Felipe’ye ulaşmak için, gölün en yakın iki yakasını birbirine bağlayan büyük köprünün altından geçip El Estor yönüne doğru ilerliyoruz.

Yemyeşil bir burnun ucundaki San Felipe, bizim surların yanında minyatür görünüyor ama mimarisi çok sevimli. Bu burnu ulusal park ilan etmişler. Parkın içinde küçük çay bahçeleri, restoranlar, küçük plajlar ve bir de eski mezarlık bulunuyor.  Surlar öylesine küçük ki bir rehber almaktan vazgeçiyor, elimizdeki borşürleri okuyarak kendi kendimize dolaşıyoruz. Gölün manzarası ve tekneler buradan çok güzel görünüyor. Surlardaki turumuzdan sonra gölde yüzme sevdasıyla plajlara doğru koşuyoruz ama göl burada da çok kirli. Üstelik tam bir halk plajı. Piknik yapanlar, bulaşıklarını sahilde yıkayanlar bizim pijamalı tüplü halkımızı aratmıyor.
Sükut-u hayale uğrayıp bari mezarlıkları gezelim diyoruz.  Doğrusu mezarlıklar ulusal park ve surlardan daha renkli geliyor. Yeniden Casa Perico’ya tembellik yapmaya geri dönüyoruz.
     

15 Şubat 2011 Salı

“Kutsal su”da geçen bir gün



Guatemala’dan ayrılmadan önce görmem gereken birkaç yer daha kalmıştı. Tanıştığım hemen herkesin “Guatemala’nın en güzel yeri”  olduğunu iddia ettiği Semuc Champey’i  ve ülkenin riviera’sı kabul edilen Rio Dulce’yi görmeden ayrılmak istemedim. Alta Verapaz eyaletinde, Q’eqchi (evet ‘keçi’ okunuyor) Mayalarının yaşadığı Lanquin köyüne komşu, Cahabon nehri kıyısında yer alan Semuc Champey, Maya dilinde “kutsal su” anlamına geliyor. Nehrin oluşturduğu doğal havuzlar ve mağaralarıyla ünlü.  Antigua’dan ayrılırken biletimizi aldığımız tur şirketi 6 saatte Semuc’a varacağımızı iddia etti; ama her zamanki gibi zamanlama tutmadı. 9 saatlik zorlu bir yolculuğun ardından varabildik. Yollar öylesine virajlı ve engebeliydi ki içimiz dışımıza çıktı.
Talihimiz varmış, yolculuk ettiğimiz minibüste çok neşeli bir ekip vardı: Yediği içtiği ne varsa diğer yolculara da ikram eden Arjantinli Lili, yolculuk sonunda öğrenci değil de aslında komedyen olması gerektiğine inandığımız, şapkasında ismi yazan Kanadalı Brett, yol boyunca çalan 80’lerin en korkunç pop şarkılarına kinayeyle eşlik edip, oturduğu daracık koltukta dans etmeyi başaran Amerikalı David, Guatemala’nın dünyaca meşhur(muş) romu Zacapa’dan şişelerce eve götürmeyi hayal eden, tek gözü şehla, İngiltere Leeds’li, muhteşem aksanlı insan Mike ve şu an ismini hatırlayamadığım diğer neşeli yolcularımız... Sanki kırk yıldır birlikte seyahat ediyormuşçasına yol aldık.
Lanquin’e varmadan bir süre önce şoförümüz bir tepede durup eliyle aşağıdaki manzarayı işaret etti. Kilometrelerce uzanan kısa ama sık sıradağlar, yemyeşil önümüzde uzanıyor. Durduğumuz yerden uzaktaki dağlar sanki çöllerdeki kum tepecikleri gibi sıralanıyor. Hepimiz fotoğraf çekmek için dışarı fırladık. Zaten saatlerdir oturmaktan bacaklarımız ağrımıştı. Makineyi zumlayıp aşağıdaki köye bakınca bir açık arazide köylülerin futbol oynadığını görüyoruz. Maya İdman Yurdu sanki... Bir süre futbola “soccer” diyen şaşkın Amerikalılara, aslında Amerikan futbolu dedikleri şeyin ayakla bir ilgisi olmadığını anlatmaya çalışıyor, tüm dünyada bir fenomen olan futbola onların soccer demelerini esefle kınadığımızı söylüyoruz. (Tabi ki öncelikle Mike, Lili ve ben..) 






Molamızdan sonra önce bu bölgedeki en büyük şehir olan Coban’a, daha sonra da Lanquin köyüne uzanıyoruz. Yolcuların bir kısmı Lanquin’de iniyorlar. Biz ise nehir kıyısında olduğu için kalmayı tercih ettiğimiz Las Marias oteline, Semuc Champey’e doğru devam ediyoruz. Semuc Champey, derin bir vadinin dibinde, Lanquin ise en tepede. Aşağı doğru inerken yol buyunca çiftçileri, derme çatma bambudan evleri, kapıların önünde oynayan çocukları ve çamaşır yıkayan kadınları görüyoruz. Hepsi bize el sallıyorlar.
Las Marias’a inmemiz yarım saatimizi alıyor. Las Marias, hemen nehrin kıyısında, küçük şirin bir iskelesi, bungalovlardan oluşan ahşap odaları, güzel bir bahçesi var. Odama çantamı atar atmaz annemleri aramaya girişiyorum. Muhtemelen benim birkaç saat önce aramamı bekliyorlardı. Telefonumu çıkarıyorum, sinyal yok... Resepsiyona koşup “internet var mı?”  diye soruyorum; alaycı bir tebessümle görevli şöyle diyor: “Internet mi? Elektrik yok ki.... telefon da yok. Yani karasal hat var ama bazen çalışıyor. Elektrik yalnız akşam altı ile dokuz  buçuk arasında veriliyor. Ha bu arada, sıcak su da yok elbette...” Adama öyle bakakalmışım. Bizimkiler meraklanacak diye içime sıkıntı basıyor. Hatta adamların cep telefonunu kullanmak için para da teklif ediyorum ama, uluslararası aramalara kapalıymış. Sonunda görevlilerden bir tanesi, “Elektrik gelince bazen cep telefonları bahçenin şu köşesinden çekebiliyor” diyor. Elektrikle baz istasyonlarının ne alakası var anlamıyorum, yine boş boş bakıyorum. Tabi bir saat kadar elektriklerin gelmesini bekliyorum. Sonra adamın söylediği köşeye gidip telefonumda bir çizgicik belirmesi için dua ediyorum. Bir hareketlenme oluyor sonra, hemen numarayı çeviriyorum. Tabi dört beş deneme yapmam gerekiyor. Sonunda babama ulaşmayı başarıyorum;  ancak burada telefon ve internetin olmadığını, onlara birkaç gün sonra Rio Dulce’den ulaşabileceğimi söyleyebiliyorum. Zaten telefon da kapanıyor. 

Ertesi gün nehirdeki turkuaz havuzları ve Kan’ba mağalarını görmek üzere sabah kahvaltısından sonra yola çıkıyoruz. Rehberimiz Juan, önce benim Kuwai köprüsüne benzettiğim köprüden karşı yakaya geçip tepedeki mirador’a çıkacağımızı  ve nehrin manzarasına bakacağımızı söylüyor.  Nehrin kenarından vadinin içlerine doğru yürümeye başlıyoruz. Köprünün üzerinden vadi ve nehir çok güzel görünüyor.  Karşı kıyıya geçer geçmez tırmanmaya başlıyoruz. Öyle dik ki nefesim kesiliyor ama tırmandıkça manzara güzelleşiyor. Mirador dedikleri yer ufak ahşaptan bir balkon. Aşağıda boydan boya vadi ve nehrin oluşturduğu havuzlar görünüyor. Artık inişe geçeceğimiz için memnunum. Yukarı çıkana kadar öyle tıkandım ki kalp krizinden gideceğim sandım.
Aşağı inerken rehberimiz ve Semuc’a birlikte geldiğim Chris, her türlü hayvan haşaratı ve bitkiyi inceleyip fotoğraf çekiyorlar. Renkli tırtıllar, kocaman örümcek ağları, kökleri kayalara dolanmış ağaçlar... Juan, bir ağaca yaklaşıp palamut şeklindeki meyvelerden birini koparttı ve içini açtı. Küçük küçük nar taneleri sanki... İsmini elbette hatırlamıyorum. Ama parmağını meyveye daldırınca kıpkırmızı bir boya çıktı ortaya, bununla suratımızı boyayıp bizi doğayla uyumlu bir hale getirdi. Artık kendimizi daha çok yerli gibi hissediyoruz. Boyaların iki gün yüzümüzden çıkmayacağını bilseydim elbette ilk başta bunu yapmasına izin vermezdim... 






Nehir kıyısına indiğimizde sevinçle çantalarımızı fırlatıp suya atlamaya hazırlanıyoruz. Ama Juan bizi yine durduruyor. Kenardaki çöp kutusunu işaret edip, “buraya gelin” diyor. Biz merakla çöp kutusuna bakarken o da elindeki sopayla içini karıştırıyor. Sonra o korkunç sıçan benzeri yaratık (bir nevi possum imiş kendisi) bize doğru hırlıyor. Aman ne güzel! Huzur içinde masmavi sulara atlayacakken bize bu korkunç şeyi niye gösterdi ki? Chris tabi çok heyecanlanıyor, ben ikisini de çöpün yanında bırakıp suya koşuyorum. Burası nefis bir yer! Su inanılmaz berrak, ılık ve tertemiz.... O sırada minibüste birlikte seyahat ettiğimiz Brett’i görüyorum. Ayağında patik mi çorap mı olduğunu anlamadığım garip komik şeylerle havuzlarda dolanıyor. Suda oturup sohbete başlıyoruz, insanın buradan kalkıp yürüyesi gelmiyor. Bu sırada Juan ve Chris çocuklar gibi şenler, havuzdan havuza atlayıp birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar. Bir yerlerini kıracaklarına son derece emin olduğum için atlarlarken bakmamaya çalışıyorum. Yara almadan sudan çıkmalarına şaşırıyorum.

Bir saat kadar nehirde keyif yaptıktan sonra, yine geriye, köprüye doğru dönüyoruz. Karşı kıyıya geçip öğle yemeği yiyecek, sonra da Kan’ba mağaralarına gireceğiz. Bu noktada Juan bizi bırakıyor ve adını nedense bir türlü öğrenemediğim başka bir rehber devralıyor. Minik şelalalerden yukarı tırmanarak mağaraların girişine geliyoruz. Rehberin söylediğine göre Kan’ba mağaraları 11 kilometre uzunluğunda, biz bir iki saat boyunca çok küçük bir kısmını göreceğiz. Girişte önce şıpıdak terliklerimizi ayaklarımıza sabitlememiz için plastik ipler veriyorlar elimize. Sonra da herkese birer mum. Mağaranın içine doğru, dizimize kadar gelmeyen sığ sularda yürümeye başlıyoruz.  Bir süre sonra suların akıntısı güçlenmeye başlıyor ama hala sığ. Tepemizden tanımlayamadığım (cırk, curk mu desem... ) saçma sesler geliyor. “Yarasalar” diyor rehber. Başına geçirdiği fenerle tepeye bakıyor; evet biz de görüyoruz uçuştuklarını. Eh, pek tabi mağarada yarasadan doğal ne olabilir ki? İlerlemeye devam ediyoruz. İçerisi giderek kararıyor, sağımız solumuz sarkıtlarla dolu. Bazı bölümlere merdivenler yerleştirmişler, yukarı doğru tırmanıyoruz. 

Sonra irili ufaklı havuzlar oluşuyor önümüzde. “Burada yüzeceğiz artık” diyor rehber. Bir elimde mum, diğerinde su geçirmediğine inandığım (denizde geçirmiyordu meret, mağaraya dayanamadı) fotoğraf makinemle, akıntı ve karanlıkta yüzmek zor işmiş. Biz yüzerken rehberimiz bir dağcı edasıyla mağaranın duvarlarında yürüyor. Utanmasa tavanda yürüyecek. İlerlerken bazı yerlerde durup bize küçük karides benzeri yaratıklarla, su kakalağı olarak tanımladığı iğrenç haşaratları gösteriyor. Bu noktada sinirlerim oynamaya başladı. Bir saattir içerideyiz ve hala ilerliyoruz. “Anladık bu şimdi 11 kilometre böyle devam ediyor, daha ileride enteresan birşey mi göreceğiz? Mesela timsah falan mı çıkacak?” diyorum. Rehberle Chris çok gülüyorlar ama benim sinirlerim gerçekten gerilmeye başlıyor. Neyse ki gerginliğimi fark ettiler de, dönüşe geçmeye karar verdiler. Rehber, “Önümüzde bir havuz daha var, onu da görüp geri döneceğiz” diyor. Ben artık oflaya puflaya ilerliyorum. Ayrıca içeride donmaya başladık. Hepimiz tir tir titriyoruz. Neyse ki son havuza geldik. Burası tepedeki kayalardan havuza atlamak için çok elverişliymiş, meğer ondan gelmişiz. Bu noktada artık dayanamayıp Türkçe “Yok artık!” diyorum.  “Ne yaparsanız yapın, ben bu kenardaki  kayacıkta bekliyorum.” Rehber ve Chris o karanlıkta kayalara tırmandılar. Tepede hararetle birşey konuşuyorlar, suların sesinden duyamıyorum. Aşağıda durup onlar atlarken fotoğraf çekmekle görevlendirildim. Önce rehber, sonra da Chris atlıyor. Aman ne neşeliler.... “Ne konuştunuz tepede öyle?” diye soruyorum Chris’e. Rehber demiş ki, “Havuzun içinde diklemesine kayalar var. Şuraya atlama, şuraya da atlama, ortaya şuraya atla.” Ölmek için bu çaba nedir, anlamıyorum... İkisi de atladıkları için öyle şenler ki şaşarsınız. Neyse, sonunda dönüşe geçtik. Tabi ben hızla yüzüp oradan çıkma sevdam yüzünden bir iki kere ayaklarımı dipteki kayalara çarptım. Ciğerimden Türkçe küfrederken onlar daha da eğlendiler.  Çıkışta elimize kocaman siyah şambrelleri tutuşturdular. Nehirden aşağı Las Marias’ın önüne kadar bunlarla gidecekmişiz. Nehre ayağımı sokuyorum, buz gibi... Yukarıdaki havuzlar gibi değil. “Ben yürüyorum valla, bu kadar su yetti bana bugün” diyorum. Onlar nehirden, ben karadan Las Marias’a geri dönüyoruz. 



10 Şubat 2011 Perşembe

Kaçakların ve kendini arayanların diyarı


İyi kötü iki ayı devirdim bu ülkede. Hem gönüllü çalışırken hem de kısa seyahatler yaparken sürekli yeni insanlarla tanışıyorum. Burası hiç aşina olmadığım, farklı bir coğrafya. Tabiatı, tarihi bizim memleketten çok farklı. Ama yine de burada gördüğüm, tanıdığım hiçbir şey beni insanların hikayeleri kadar şaşırtmıyor. Guatemalalılar çilekeş bir halk; herkesin hayatı zorlu burada. Bir de Orta Amerika’ya gönüllü çalışmaya gelen, ya da bir şekilde ülkesini bırakıp burada yaşamayı seçen bir kitle var. Yaşadığı toplumda dışlanan, işlediği bir suçtan ötürü saklanan, vicdan azabı çekerek ruhunu temizlemek isteyen, ülkesinde, işinde tutunamayan, aile hayatında travmalar yaşayan ya da en basiti toplum için birşeyler yapmak isteyen, benim gibi  rutin hayatını geride bırakmak adına kendini yollara vurmuş kim varsa soluğu burada almış sanki...
Üniversite öğrencileri dışında, buradaki gönüllülerin ya da gezginlerin mutlaka çarpıcı bir hikayesi var. Kimileri benim gibi yetim çocuklarla, kimileri huzurevlerinde yaşlılarla, kimileri inşaatlarda, bazıları Maya köylerinde, okullarda, tarlalarda çalışıyor. Biraz buranın çetin çalışma koşulları, biraz da kendini gizlemeden yeni bir topluluğun parçası olabilme özgürlüğü gönüllüler arasında farklı bir bağlılık, kardeşlik duygusu yaratıyor. İster arkadaşınız olsun ister olmasın, tanıştıktan kısa bir süre sonra insanlar buraya geliş nedeninizi soruyor. Önce ben anlatıyorum, sonra onlar anlatıyor.
Bir süre önce Antigua’nın pek meşhur barı Cafe No Se’nin işletmecisiyle sohbet ederken, burada yaşayan insanların hikayelerinden çok etkilendiğimi söyledim ona. “Yıllardır burada hizmet veriyorum; artık insan sarrafı oldum sayılır. Açık açık anlatıyorlarsa hikayelerini, o insanlardan çekinme. Hiçbir şey anlatmayanları iyi gözle” dedi.  Sonra devam etti: “İki yıl boyunca burada yaşayan ve neredeyse her akşam bizim bara gelen orta yaşlı, Amerikalı bir adam vardı. Güleryüzlü, samimi konuşan. Ama hiç birimiz kimdir, nedir bilmiyorduk. Sormak da aklımıza gelmedi. Barda geyik muhabbeti yapıyorduk yalnızca. Bir gün adamın evini FBI’ın bastığı haberi geldi. Meğer en çok arananlar listesindeymiş.” Bu öyküyü dinlerken dudağım uçukluyor. O gün bugün tanıştığım insanlara neredeyse ahiret soruları soruyorum. Ne iş yapar, ailesi nedir, buraya neden gelmiş, Facebook’ta hesabı var mıymış.. vs vs...
İnsanların özel hikayelerini buraya yazıp yazmama konusunda çekincem oldu önce... Kimilerinden izin istedim, kimilerini zaten yalnızca bir kez gördüm. Daha sonra isimlerini zikretmeden yazmaya karar verdim. Aklımda en çok yer edenleri, onların anlattığı gibi, aynen aktarıyorum:
***
“İtalya’nın küçük bir kasabasında, çiftçi bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldim. Babamla birlikte çiftçilik yapıyordum. Tembelliğim yüzünden, iyi bir eğitim de almadım. Hep bulunduğum yeri terk etme hayali kurdum. 20’li yaşlarımın başında seyahat etmek için para biriktirmeye başladım. Ama çok uzağa gitmek istiyordum, mümkün olduğu kadar evden uzaklaşmak... Birkaç yıl para biriktirdikten sonra Orta Amerika’ya geldim. Aylarca oradan oraya gezip durdum. Partilere katıldım, içtim, eğlendim. Sonunda param tükendi elbet. Ama geri dönmek istemiyordum. O günlerde tesadüfen tanıştığım bir arı yetiştiricisine onunla çalışıp çalışamayacağımı sordum. ‘Tamam, ben sana işi öğretirim; zaten adama ihtiyacım var’ dedi. Beş yıldır onunla birlikte, ülkenin ortasındaki dağlık bölgede arı yetiştiriyorum. Yılın yarısında arı üretiyoruz. Ürünleri aldıktan sonra 6 ay boyunca rahatım, seyahat ediyorum. Bu işi çok sevdim ayrıca. Biliyor musun kraliçe arı yetiştirmek nasıl da eğlenceli birşey? Önce kovandan bir dişi alıyorsun, sonra böyle yatay değil de, dikey bir şekilde yerleştiriyorsun kovanlara....”
***
“Buraya ilk kez 15 yıl kadar önce Amerikalı misyonerlerle geldim. Rahibelerin kurduğu bir yetimhanede çalışmaya başladım. Çocuklarla ilgili çok şey öğrendim o yetimhanede. Ama katolik rahibelerin nasıl katı olduklarını tahmin edersin... Çok kötü şeyler gördüm, disiplin adına çocuklara neler yaptıklarına, onlara nasıl davrandıklarına inanamazsın. Açıkçası orada gördüklerim katolisizm konusundaki düşüncelerimi değiştirmeye başladı. Ben de birkaç yıl sonra Yehova Şahitleri’ne katıldım. Dindarlık konusunda giderek radikalleştiğimi düşünüyorsun değil mi? Ama öyle olmadı. İşte bugün, 15 yıl sonra bir ateistim. Sanırım din konusundaki en uçları yaşadığım için. Bazı tanıdıkların vasıtasıyla Amerika’da bir melek yatırımcı ile irtibata geçtim. Şansım varmış, bana inandı. Şimdi özel bir yetimhane işletiyorum. Buradaki çocukları da dinden uzak tutmaya çalışıyorum.”
***
“Amerikalıyım. İyi bir çocukluk geçirdiğimi söyleyemem. Evde sürekli şiddet ve dayak vardı. Zaten annem de babam da dar kafalı insanlar. Ben evdeki o korkunç hayata rağmen okumaya devam ettim. Oradan bir tek iyi bir eğitim alarak kurtulabileceğimi biliyordum. Ailemle kuramamış olduğum yakınlığı arkadaşlarımla kurmaya çalıştım hep. Üniversitedeyken kampüsteki en havalı partileri ben düzenlemeye bakardım. Bir süre sonra –güleceksin ama kendim kullanmamama rağmen- arkadaşlarım için uyuşturucu temin etmeye başladım. 21 yaşındayken bir gün arkadaşlara uyuşturucu getirirken polis beni yakaladı. Benim bir satıcı olmadığımı onlar da anladılar aslında. Israrla kimden aldığımı sordular. Biraz korku, biraz da ‘ispiyoncu değilim ben’ ısrarım yüzünden söylememekte direndim. Cahillik işte... Hapsi boyladım tabi. Üç yıl yattım içeride. Çok kötü şeyler gördüm, inanamazsın. Bazen oradan nasıl sağ çıktığıma ben bile inanamıyorum. Bir gün unutmuyorum, bir çocuk tacizcisi geldi. Hemen bellediler adamı tabi. Yemekhanede iki masa önümde, adamın boğazını kesiverdiler. Üstümüz başımız kan oldu... Tamam, daha detay anlatmıyorum, rengin döndü senin... 6 yıl oldu hapisten çıkalı, hala bunun gibi bazı olaylar rüyalarıma giriyor. Biliyorum çok derli toplu görünüyorum değil mi? Bu geçmişim yüzünden sanırım, hep giyimime özen gösteririm. Saç traşımı, boyumu posumu görenler hep ‘asker misin?’ diye soruyorlar bana. Hapisten çıkınca okulu dışarıdan bitirdim. Okuduğum mesleği yapmıyorum ama, kendime ait bir boyacı dükkanım var. Evleri, dükkanları falan boyuyoruz. Küçük de olsa bir ev yaptım kendime. İçerdeyken, hapisten çıkınca yapacaklarımı listelerdim sürekli. İş kurma, ev sahibi olma işini hallettim. Burada gönüllü olarak bir yetimhanede çalışıyorum. Boya ve tamirat işlerini yapıyorum. Gönüllü çalışmaya ve seyahat etmeye devam edeceğim. Topluma faydalı birşeyler yapabilmek benim için çok önemli. Beni yargılamadan dinlediğin için teşekkür ederim.”
***
“İngilizim ama beş yıldır Avustralya’da yaşıyordum. Avukatım. Çok büyük bir yatırım bankasında hukuk danışmanı olarak çalışıyordum.  Hayatım boyunca çalıştım durdum, hep iyi bir öğrenci, iyi bir çalışan oldum. Zaman nasıl da akıp gidiyor değil mi, ne zaman 39 oldum inan anlamadım... Seni o kadar iyi anlıyorum ki... Ben de çok bunaldım iş hayatından. Ailem, arkadaşlarım, hepsi dedi ki: ‘Oğlum manyak mısın, kariyerinin en güzel yerinde, böyle iyi para kazanırken bu iş bırakılır mı!’.  Ama inan o ofiste beş dakika daha kalmayı ruhum kaldırmıyordu artık. Bastım istifayı ben de. Önümüzdeki 6 ay boyunca Orta Amerika’da seyahat edeceğim.  Daha sonra ne yapacağıma karar vermedim hala. Umurumda da değil açıkçası. İlk durak Antigua’ydı, şimdi aşağı doğru inmeye başlıyorum. İçimdeki ses diyor ki, artık herşey çok daha güzel olacak!”
***
“Tur rehberiyim. Bir sonraki kontratım iki ay sonraydı, ben de bu zamanı değerlendirmek istedim burada. Bir hayvan barınağında gönüllü olarak çalışıyorum. Çok seviyorum hayvanları. Biliyor musun, 90’lı yılların ortasında 3 yıl Türkiye’de Alanya’da yaşadım. İngilizler için bir acente işletiyorduk orada. Ahhh! Bayılıyorum ülkenize, abartmıyorum, Türk mutfağı dünyanın en güzel mutfağı! İş konusunda şanslı oldum hep. Çok da severek yapıyorum işimi. Tek derdim aşk oldu hayatta. Yıllar boyunca hep yanlış adamları seçtim sanırım... Beş yıl kadar önce, yine bir tur şirketinde çalışmak üzere İtalya’ya yerleştim. Orada küçük bir otel sahibi olan bir İtalyanla tanıştım. O 43 ben 42 yaşındaydık. İlk görüşte aşık oldum ona. O da benimle ilgileniyordu... İtalyan olduğu için çekindim biraz aslında. İtalyan erkekleri çapkınlıklarıyla ünlü biliyorsun. Bir ay kadar flört ettik, duygularında çok açık, çok romantikti.  Sonra bir gün kaldığımız şehre uzak bir kentte iki haftalık bir tur işi aldım. Giderken öpüşerek vedalaştık. Ben uçağa binmeden önce son kez aradı, ‘Seni hayatımda istiyorum, dönüşünde yanıma taşınmaya ne dersin?’ dedi. Sevinçten havalara uçtum tabi. Uçaktan iner inmez aradım onu, ama cevap veren olmadı. Kapalıydı cebi... İki hafta boyunca ona ulaşamadım. Artık küfür mesajları atmaya başlamıştım, ‘sen ne dengesiz, ne biçim adamsın!’ diye. İki hafta sonunda artık benle dalga geçtiğine kani olmuştum. Havaalanına indim ve tesadüf bu ya, onun otelinde çalışan kızlardan birini gördüm. Beni görür görmez boynuma sarıldı. ‘Çok üzgünüm...’ dedi. O anda anladım ölmüş olduğunu.... (burada uzun bir sessizlik oluyor... ağlamaktan konuşamıyor...) Olduğum yerde yığılmışım. ‘Ben de neden gelmedin cenazeye diye düşündüm. Kimse sana haber vermedi mi yoksa?!’ Belki de çok yeni bir ilişki olduğu için, kimsenin aklına beni aramak gelmemişti.  Yeni aldığı motosikletle bir tura çıkmış. Bir araca çarpıp oracıkta ölmüş. Ölümünün üzerinden beş yıl geçti. İki yıl boyunca depresyondaydım. Yıllar yıllar sonra, tam aradığım insanı buldum derken kaybettim. Hayat çok acımasız ama devam ediyor işte... Daha yeni yeni kendime geliyorum. İki yıldır bir erkek arkadaşım var. Ama onu ömrüm boyunca unutmayacağım. Depresyon sonrasında gönüllü çalışma işine iyice odaklandım. Bana iyi geliyor...”

Animas Perdidas (Kayıp ruhlar)
Bunlar gibi birçok hikaye daha duydum... Ama içlerinde özellikle bir tanesi var ki, bana ilham veriyor. Sanatın gücünü gösterdiği, bir aile dramından insanları birleştiren ve onlara yardım eli uzatan bir dinamik doğurduğu için. Tanışalı çok kısa bir süre de olsa “arkadaşım” diyebildiğim için mutluluk duyduğum, içtenliğine, duyarlılığına, güzel gülüşüne hayran kaldığım Monika Navarro’nun ve ailesinin hikayesi bu. Monika, Güney Kaliforniya’da doğup büyümüş Meksika asıllı bir Amerikalı. Tanışır tanışmaz, hemencecik kaynaşıverdik; kanımız ısındı birbirimize. Söylediğine göre Amerika’daki en yakın arkadaşı, kendisi gibi Amerika’da doğup büyümüş olan Ceylan isimli bir Türkmüş. Türk dostu diyorum ona bu yüzden... Blogumu anlayabilmek için Ceylan’dan İngilizceye çevirmesini isteyecekti. Bu bölümü özellikle çevirmesini rica edeceğim.
Monica bir film yönetmeni. İlk filmi Animas Perdidas yani Kayıp Ruhlar, eroin bağımlısı iki dayısının ABD’den sınır dışı edilmelerini ve bu gelişmeyle sarsılan aile yaşamlarını anlatan otobiyografik bir belgesel. İki dayısı da Amerika’da büyümüş olmalarına rağmen uyuşturucu bağımlılıkları ve hapse girmeleri gibi nedenlerle anavatanları olan, ama aslında onlara son derece yabancı bir ülkeye ‘geri’ gönderiliyorlar.  İlk gönderilen dayıdan Meksika Tijuana’ya gittikten iki hafta sonra haber kesiliyor. Uzun arayışlar ve polis arşivlerindeki kimliksiz ceset fotoğraflarının teker teker taranmasından sonra bir otel odasında öldürülmüş olduğu keşfediliyor. Diğer bir dayı da yine eroin bağımlılığı nedeniyle kardeşi gibi sınır dışı ediliyor. Ardında Amerika’daki ailesini, çocuklarını bırakmak zorunda kalıyor. Bu trajik olaylar silsilesi ABD’de kalan Monica, annesi, kuzenleri ve diğer kardeşler için kanayan bir yara. Bir yanda babasız büyüyen ve ayakta kalmaya çalışan kuzenler, bir yanda kızgın, endişeli ama hasret çeken akrabalar. Monika bu filmi çekebilmek için ABD ve Meksika arasında mekik dokuyor, aile fertleriyle tek tek konuşuyor. Bu belgesel aileyi birbirine daha çok yakınlaştırırken filmin ulusal televizyonlarda gösterilmesinden sonra ABD’deki diğer bağımlı ailelerini de biraraya getiriyor. Bir terapi vazifesi görüyor neredeyse. Ayrıca göçmen ailelerin ABD'de büyümüş olsalar bile hala nasıl da "yabancı" kabul edildiklerinin bir belgeseli... Filmin başarısının ardından Monika yönetmenliğe devam ediyor ve önce Mexico Solidarity Network’ten bir burs kazanıp Chiapas Media Project’te sanatçı olarak görev alıyor. Şu anda ArtCorps bünyesinde sanatçı/gönüllü olarak Antigua’ya bir saatlik mesafede bir köyde, kadınların ve Maya yerlilerinin sesini duyuran bir radyoda çalışıyor, çalışanlara destek veriyor. ArtCorps, sanat yoluyla gelişimi destekleyen, kar amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşu. Monika burada yerli ve kadın olduğu için ayrımcılığa maruz kalan kadınlarla birlikte. Radyo programlarının yapımına yardımcı olurken aynı zamanda onlarla ilgili filmler çekiyor. Guatemala televizyonlarında gösterilecek olan bu kısa filmler halen hükümet tarafından yasal olarak kabul edilmeyen yerel radyoların sesini duyurmayı amaçlıyor.
Henüz Animas Perdidas’ı izleyemedim. Yalnızca sitesindeki fragmanları görme şansım oldu. Yine de çok etkilendim izlediklerimden... Ve elbet Monika'nın anlattıklarından.. Bir süre seyahat ettikten sonra çalışmalarını görmeye ve filmi izlemeye Monika’nın yanına gideceğim. Şu anda yoğun bir şekilde 8 Mart Dünya  Kadınlar Günü için hazırlık yapıyorlar. Monika, o gün ArtCorps bünyesinde kadınlara yönelik workshop’lar düzenleyeceklerini söyledi bana. Bir de ricada  bulundu: “Birlikte çalıştığım kadınlarla senin de tanışmanı istiyorum. İçlerinde eski gerilla üyeleri, bekar anneler, çok parlak kadınlar var. Hepsi projelere katılım konusunda çok istekli ve heyecanlı. Sen de 8  Mart’ta bize katılıp onlara bir dans workshop’u verir misin?”
“Sözüm söz, kıtanın neresinde olursam olayım 8 Mart’ta yanınızdayım” dedim. Eminim onlarla geçireceğim bir gün ve Monika’nın çalışmalarını izledikten sonra, buraya yazacak daha çok fazla konum olacak. O zamana kadar sizler de filme ve ArtCorps’un çalışmalarına bir göz atın. Dostlukla! 

    

8 Şubat 2011 Salı

Toprağa hoşgeldiniz...


Antigua’dan ayrılmadan önce ilk işim, yaklaşık bir ay önce bir haftasonu için uğradığım Earthlodge isimli hosteli yeniden ziyaret etmek oldu. Aslında küçücük bir kamp alanı burası; ama Antigua’nın bana göre en güzel manzarasına sahip. Uzaklaşmadan önce bir daha uğramadan edemedim. Şehre arabayla yalnızca yirmi dakika mesafede, volkanları ve manzarayı uzaktan, keyifle izleyebileceğiniz, sakin bir yer. İşletmecileri Drew ve Briana, henüz altıncı ayını doldurmamış oğulları Benjamin ile birlikte, tepede inşaa ettikleri küçük bir ağaç evde yaşıyorlar. Pansiyonun yanı sıra hemen arkadaki avokado tarlalarını da işletiyorlar. 

Burayı ilk ziyaret ettiğimde girişte birçok farklı dilde “hoşgeldiniz” yazan tabelaların arasında “Toprağa Hoşgeldiniz” yazısını okuyunca gözlerime inanamamıştım.  Tahmin edileceği gibi, burada Türkçe duymak ya da okumak enteresan bir şey. Öyle ki, geçenlerde tesadüfen çarşıda karşılaştığım Türklere can havliyle “merhaba” deyince, bana öyle bir şaşkınlıkla baktılar ki anlatamam. 15-20 kişilik bir grup, Maya piramitlerini ziyaret etmek için buraya gelmişler. Meksika’dan başlayıp, Belize’ye geçmiş, oradan da Guatemala’ya varmışlar. Onlar da burada yaşadığımı ve çalıştığımı duyunca öylesine şaşırdılar ki, birkaçı benimle fotoğraf bile çektirdi.
Earthlodge’da çalışan ve daha önce bir yıl İstanbul’da İngilizce öğretmenliği yapmış olan Emma ve Jonathan ile de az da olsa Türkiye hasretimi gideriyorum. Türk olduğumu öğrenince bana öyle bir ihtimam gösterdiler ki şımardım doğrusu... Bu arada İstanbul’da öğrenmiş oldukları tavlayı benimle oynayabilmek için birbirleriyle yarıştılar. Sonuç haliyle onlar için hezimet oldu, ben de çok eğlendim... 

Earthlodge’dan aşağıya, şehre doğru baktığınızda karşıda Fuego ve Acotenango volkanları çok net bir şekilde seçiliyor. Bazı geceler, hala aktif volkanlardan biri olan Fuego’nun küçük patlamalarını ve dalgalar halinde aşağı doğru akan lavları görebiliyorsunuz. Son ziyaretimde Fuego’da dört ayrı patlama oldu; bizler de gecenin zifiri karanlığını aydınlatan lavlara hayranlıkla bakıp sevinç çığlıkları attık. Sadece bu manzara için bile burada kalmaya değer...   
Earthlodge hakkında, yalnızca güzel manzarası, okuma/yazmaya elverişli sessiz ortamı ve sempatik çalışanları dolayısıyla değil, sahiplerinin komşu köydeki El Hato okuluna yaptıkları yardımlar dolayısıyla da yazmak istedim. Burada satılan içkilerin her birinden 1 quetzal kenara ayrılıp okula bağış olarak saklanıyor.  Las Manos de Christine isimli sivil toplum örgütü ile ortaklaşa çalışan Earthlodge, bazı haftasonları çocuklar yararına barbekü düzenleyip Corn Hole turnuvası da yapıyor. Toplanan para El Hato ilkokulundaki çocukların beslenmeleri ve ortaokula devam edebilmeleri için ailelerine bağışlanıyor. 

Burayı son ziyaretimde ben de Corn Hole turnuvasına katılma fırsatı buldum. İki kişiden oluşan her takım içi kum dolu torbaları birkaç metre uzaktaki metal tablanın ortasındaki deliğe sokmaya çalışıyorlar. İlk gördüğümde çok basit birşey gibi gelmişti ama, deneyince o kadar da kolay olmadığını anladım. Oynarken çok eğlendim ama ertesi gün hamlıktan kollarım ağrıdı.
Earthlodge’un sahibi Drew, eskiden profesyonel aşılık yapıp Kanada televizyonlarında yemek programları sunuyormuş. Bu nedenle yemek konusunda oldukça hassas. Antigua’da yediğim en güzel yemekleri burada tattığımı söylesem abartmış olmam. Buraya özel öyle güzel yemekler servis ediyorlar ki, sonunda yoğun istek üzerine bir Earthlodge yemek kitabı da hazırlamışlar. Kitabın satışları da yine El Hato okuluna gidecekmiş... Earthlodge’da tembellik yapmayı bırakıp artık seyahatlerimi planlamaya başlıyorum. İlk durağım Guatemala’nın içlerindeki Lanquin ve Semuc Champey olacak. Artık bavullarımı toplama zamanı...  
Earthlodge Antigua 
   

3 Şubat 2011 Perşembe

Ayrılık olmasaydı...



Yetimhanedeki çalışma sürem artık sona erdi. Önümüzdeki bir buçuk - iki ayda, Türkiye’ye dönmeden evvel, Orta Amerika’da bir seyahate çıkıyorum. Çocuklardan ayrılmak öylesine zor ki, üzüntümün tarifi imkansız. Ama bu kaçınılmaz son gelecekti elbet. Şimdi, bir hafta ya da bir ay sonra da ayrılacak olsam, yine aynı üzüntüyü, belki daha fazlasını duyacaktım diye kendimi teselli etmeye çalışıyorum. Zira orada geçirdiğim her gün çocuklara daha çok bağlandım. Ayrılık vakti gelmeden bir süre önce onlara evimin çok uzakta olduğunu, orada bir ailem olduğunu ve yanlarına dönmek zorunda olduğumu anlatmaya çalıştım. Artık iki ya da üç yaşındaki çocuklar ne kadar anlar, ya da anlamak isterse... Son bir hafta baktım bu duygusal yükün altından kalkamayacağım, vedalaşmadan ayrılmaya karar verdim. O kadar gözyaşını hazmedebilmek olanaksızdı. Öyle de yaptım.
Yalnız bir tesellim var... Daha önceki yazılarımda Semillas’taki yetimlerin durumunu anlatmaya çalışmıştım. Bu çocukların neredeyse tamamına yakını yabancılar tarafından evlat edinilmiş. Guatemala’da yabancıların çocuk sahibi olamayacaklarına dair bir yasa yürürlüğe girince yasa çıkmadan bir süre önce evlatlık alınan çocukları devlet, ailelerinden alıp Guatemala’ya geri getirmiş. Çocukları Guatemalalılar da evlatlık alamıyorlar, çünkü gelir seviyesi çok çok düşük.

Yasanın çıkma nedenini daha sonra öğrendim. Bu ülkede yetim sayısının çok fazla olması, zaman içinde evlatlık almak isteyen pek çok yabancının buraya akın etmesine neden olmuş. Bunun farkına varan bir kısım yerli halk bakamadığı çocuklarını satmaya (evet yanlış duymadınız, para karşılığı vermeye) başlıyor. Hatta bu iş öyle ileri gidiyor ki, sırf yabancılara satmak ve para kazanmak için çocuk yapan aileler olduğu keşfediliyor. Bir insan evladı bunu nasıl yapabilir bilmiyorum; bunu ancak korkunç bir cehalet ve fukaralıkla açıklamaya çalışabilirim. Yine de hala aklımın almadığı bir konu... Bunun üzerine hükümet önlem almak zorunda hissediyor kendini. Velhasıl, yasayla birlikte, kurunun yanında yaş da yanıyor.
Elbette yasal yollarla evlatlık almış ve yasayla birlikte çocuklarını kaybetmiş olan aileler ardı ardına davalar açıyorlar. Yaklaşık bir ay önce yetimhanedeki büyük (7 yaşında) çocuklardan biri olan Julia’nın ailesinin davayı kazanmış olduğu haberini aldık. Hepimiz çok sevindik; çünkü bu dava bir emsal teşkil ediyor. Davanın sonuçlanmasından hemen birkaç gün sonra, Julia’nın ailesi gelip onu yetimhaneden aldı. Görülmeye değer, müthiş bir andı! Yaşı daha büyük olup aklı erenler, kısa süre sonra sıranın kendilerine de geleceği umuduyla neşelendiler. Ufaklıklar bu durumu anlayabilecek durumda değiller elbet. Ama bir süre önce bir anne-babaya kavuşmuş olduklarını, sonrasında anlayamadıkları bir şekilde onlardan ayrılmak zorunda kaldıklarını biliyorlar. Öyle ki, yetimhaneye ne zaman dışarıdan bir araç gelse hepsi pencereye koşup “Annem babam beni almaya geldiiii!” diye bağırmaya başlıyorlar. Bir gün yetimhaneye yardımda bulunmak için gelen ziyaretçilerin ayrılmasından sonra iki yaşındaki çocuklardan birini, yarım saat pencerenin önünden alamadık. Ağlamadı ama yetimhenenin kapısına gözleri kilitlendi; orada donup kaldı.

Semillas yöneticilerinden öğrendiğime göre 4-5 çocuğun ailelerinin de davaları sonuçlanmak üzere. 2-3 ay içinde çocuklarını almaya gelecekler. Önümüzdeki bir yıl içinde çocukların büyük çoğunluğu ailelerine geri dönmüş olacak. Ayrılmadan önce bu gelişmeleri öğrenmiş olduğum için mutluyum. Diyorum ya, az da olsa bir teselli...
Buraya gelmeden ve bu işi yapmadan önce, hayatım çocuklardan öylesine uzaktı ki, ne hissedeceğimi kestiremiyordum doğrusu. Kulağa çok ruhsuz gelebilir ama bu işi kendi adıma bir meydan okuma olarak görüyordum. Oysa bu tecrübe hayatımı değiştirdi. Kendimden hiç beklemediğim, başarabileceğimi düşünmediğim işler yaptım. Ama herşeyden önemlisi, yaşamımızda “çocuk” diye bir varlığın olduğunu, bu varlığın ne kadar savunmasız, kırılgan, sevgiye muhtaç ve bir o kadar da güzel olduğunu idrak ettim. Eskiden sokakta yürürken, baksam da, çocukları hiç görmediğimi anladım. Şimdi yanımdan geçen her çocuğa dikkatle bakıyorum. Onlarla konuşuyorum, oynuyorum ve sanki anlıyorum. Biraz da bu yüzden Semillas’tan ayrılmadan önce onlara hoşçakal demedim; “size teşekkür ediyorum” diye seslendim.  Anlamadılar elbet ama, aslında onlar bana yardım ettiler. Beni biraz daha insan kıldılar.