29 Aralık 2010 Çarşamba

Pazarla karnaval karışınca


Panajachel’de bir gün kaldıktan sonra Pazar sabahı erkenden Chichicastenango kasabasına doğru yola çıktık. Biliyorum çok uzun bir isim. Burada da kısaca Chichi diyorlar zaten. Guatemala’da sonu “tenango” ile biten birçok kasaba veya şehir var. Tenango Maya dilinde “yer” anlamına geliyormuş, bizim “köy” eklememiz gibi. Bazılarını sıralamadan edemeyeceğim: Quetzaltenango, Huehuetenango, Momostenango, Acotenango... Uzayıp gidiyor. Chichi aslında pazarı ile meşhur bir kasaba. Panajachel’in kuzeyinde iki saatlik mesafede. Yalnız bizim ziyaret ettiğimiz gün kasabanın azizi kabul edilen Santo Tomas gününe denk geldi. 

Vardığımızda araç bizi arka sokaklardan birinde indirdi. Şoför, “Üç saatiniz var gezmek için, merkeze girmem imkansız, buradan yürüyeceksiniz” dedi. Kalabalık olacağını tahmin ediyorduk ama böylesine bir curcuna beklemiyorduk. Daracık sokaklarda yürümek neredeyse imkansız. Sokakların iki tarafı pazar tezgahları ile dolup taşmış, üstelik bir de seyyar satıcılar var. Herkes burnumuzun dibine hediyelik eşyalar sokuyor. Bu arada pazara girmeden önce, çantalarımıza dikkat etmemiz konusunda uyarılıyoruz. Ara sokaklardan Santo Tomas kilisesinin baktığı meydana doğru yürümeye çalışıyoruz. Sıcaktan ve kalabalıktan nefes almak neredeyse imkansız. Üstelik neredeyse her 20 metrede bir yerde şuursuzca yatan baygın adamlar görüyoruz. Bizden başka kimse ilgilenmiyor, üzerlerinden atlayıp geçiyorlar. İlk adamı gördüğümüzde çok panikledik. “Ölmüş müdür adam, doktor yok mu” gibi salak tepkiler gösterdikten sonra yanımızdan geçen bir adam “Meraklanmayın, bunlar ayyaşlar, içkiden ve sıcaktan böyle baygın düşüyorlar” diyor. 
 
Etrafımdaki insanlara,renklere seslere ilgiyle ve şaşkınlıkla bakıyorum. Ama bir yandan da öylesine bunalıyorum ki alışveriş edecek gücü bulamıyorum. Sadece kalabalığın akışına bırakıyorum kendimi. Meydana geldiğimizde şaşkınlığımız daha da artıyor, Santo Tomas Kilisesi’nin merdivenleri silme insan dolu. Herkes kilisenin önündeki meydana dikilmiş olan yüksek direğe bakıyor. Bir anda bizim kızlardan biri çığlık atıyor, “Adamlara bakın, adamlara bakın!” diye bağırıyor. Güneşten gözlerimizi kısarak direğin tepesine bakıyoruz. Direk en az bir 20-30 metre var. Palmiye ağaçlarını ucu ucuna eklemişler. Bir de dandirik merdiven dayamışlar. İki tane adam bellerinde iplerle merdivenleri çıkıyor, ipleri direğe doluyorlar, sonra da döne döne aşağı bırakıyorlar kendilerini... Biz de ağzımız açık adamlara bakıyoruz. Meğer Santo Tomas’da karnaval sırasında direkten uçmak adetmiş. Bungee jumping’in tarihi versiyonu gibi. 

Adamlar havada dönüp dururken aşağıda da karnaval devam ediyor. Geleneksel karnaval kıyafetlerini giymiş olan Mayalar Marimba eşliğinde dans ediyorlar.  Ben merdivenlerin bir köşesine çöküp karnavalı izliyorum. Arkadaşların bazıları kendilerinde alışveriş yapma gücünü bulup ara sokaklara dalıyorlar. Sonunda susuzluğa dayanamayıp ben de ayaklanıyorum. Bir bakkal bulup kendimize birer şişe su alıyoruz. Bakkalı bulduğumuz sokağın bittiği noktada, karşıda bir tepe üzerinde rengarenk küçük evler olan bir alan görüyoruz. Ben “Ne şirin evler bunlar minik minik” diyecek oluyorum; bakıyorum ki bunlar evcik değil mezarlıkmış. Mezarlığa uzun uzun bakıp yeniden Chichi sokaklarında kayboluyoruz.      

Atitlan 2: Guatemala grafittileri ve Maşimo’nun evi


Gezinin devamını yazmak için gelip favori mekanım Rainbow Cafe’ye oturdum, tam sipariş vereceğim, yine Türkçe duyuyorum! Baktım Fatma teyze karşı masada... Kısaca hoş beş ediyoruz, “Kızı bırakıyoruz artık burada, yarın dönüyoruz eve. O üç buçuk hafta daha kalacak” diyor. Bir hastanede gönüllü çalışması kabul edilmiş ama Fatma hanımın yüzünde endişeli bir ifade var. “Gittim baktım, çok sefil bir yer” diyor, “Ama artık buraları öğrendi, kendi başına idare eder diye düşünüyorum” diye ekliyor. “Tabi tabi, mutlaka” diyorum, kızı bana emanet etmesinden korkarak. Gezi sırasında öyle bir lafını etmişti de, anlamazdan gelmiştim. Demeyin ki ne hainsin, ne kötüsün... Gencecik kızın sorumluluğu alınır mı!? Neyse ki lafını etmedi, ben de yazımın başına dönebiliyorum.
Panajachel’den ilk durağımız olan San Juan’a ulaşabilmek için gölü boylu boyunca geçtik. Oldukça büyük bir göl burası, karşı yakayı güçlükle seçebiliyor insan. Tekne hızlandıkça üşümeye başlıyoruz, pencerelerden de içeri sular giriyor. Ama gölün manzarası gerçekten görülmeye değer. Tepede güneş giderek yükseliyor ve suyun mavisi pırıl pırıl parlıyor. Kaptanın söylediğine göre 300 küsür metreyle Orta Amerika’daki en derin gölmüş Atitlan. San Juan’a yaklaştıkça sazlıklar başlıyor, su durgunlaşıyor. Köyün minicik tahtadan bir iskelesi var. Sağına ve soluna bizim teknelerden yan yana onlarcası dizilmiş. Birinin yanına yanaşıp, sırayla iskeleye en yakın olanına doğru tekneleri enlemesine yürüyoruz. 


İskelenin sağında ve solunda iki küçük sanatevi görüyoruz. Çoğu Maya yerlilerinin yaşayışlarını anlatan resimlerle dolu. Bazı dükkanlarda da rengarenk el işleri, masa örtüleri, çantalar göze çarpıyor. İskelenin başında bizleri karşılamaya gelen köyün uyuz köpekleriyle birlikte oldukça dik bir tepeyi tırmanmaya başlıyoruz.  Guatemala’da sokaklarda dolaşırken hep dikkatimi çeken, reklam panoları ya da tabelalar yerine binaların duvarlarını kullanmaları olmuştu. San Juan’da da bu böyle, ama şehre göre daha renkli, daha canlı duvar resimleri var. Biz bu resimlere Guatemala grafittileri adını verdik. İki evden birinin duvarları resimlerle süslü, önce tek tek fotoğraflamaya başlıyoruz, sonra bakıyoruz ki sonu gelmiyor. Neredeyse köydeki tüm binaları fotoğraflamamız gerekecek. Bir yerden sonra bırakıyoruz. 


Tırmandığımız tepenin sonundan aşağı göle doğru bakınca harika bir manzara görüyorum. Soluma döndüğümde bembeyaz evinin verandasında oturmuş yaşlı bir amca dikkatimi çekiyor. Hareketsiz, hiç kımıldamadan sallanan sandalyesinde oturmuş manzaraya bakıyor dedeciğim. Adeta bir tablo gibi duruyor orada, öyle uzun uzun bakıyorum ki gözü bana takılıyor, el sallıyor. “Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?” diyorum. “Elbette” dercesine başını sallıyor. İki poz alıyorum, sonra yeniden el sallayıp yoluma devam ediyorum. 


Önümüzde köyün minik minik evleri diziliyor, arkadaki tepede yukarıdan köye bakan bir haç görüyoruz. Her köyün böyle bir koruyucu haçı var tepelerinde. Beğendiğimiz duvar resimlerinin önüne uzun uzun fotoğraf çekiyoruz. O sırada üst sokaklardan birinden havai fişek sesleri geliyor. Yukarıda yarısı inşaat halinde bir kilise olduğunu görüp tırmanmaya devam ediyoruz. Vardığımızda anlıyoruz ki içeride bir düğün var. İçerideki kadınların hepsi başlarını dantel örtülerle örtmüş, gelin de damat da çok güzel, geleneksel giysilerini giymişler, rahibin karşısına oturmuşlar, konuşmasını dinliyorlar. Bu arada konuşmanın İspanyolca değil Maya dilinde olması dikkatimi çekiyor.  Kilisenin tavanına uzun beyaz tüller germişler, kadınların renkli dantel örtüleriyle çok şık görünüyor. Meraklı gözlerle içeri giriyoruz ama kendimizi birden düğündeki davetsiz misafirler gibi hissediyoruz. İçimizden bazılarımız “Foto çekmeyelim ya, artık ayıp olacak, insanların özel günleri” diyor. Çok aklım kalıyor içeride ama ancak kilisenin dış cephesini fotoğraflamakla yetiniyorum. 


Kaptanın bize verdiği süre dolduğunda aşağı doğru inişe geçiyoruz, ben dayanamayıp sahildeki sanatevlerinden birine dalıyorum. Küçük suluboya tablolar dikkatimi çekiyor, “20 quetzal” diyor dükkanın sahibi. Meğer bu küçükleri öğrencisi olan sekiz yaşında bir kız yapmış. “Ben birşey kazanmıyorum, okula gitmesi için destek oluyor bu para, ona veriyorum doğrudan” deyince dayanamayıp birer tane alıyoruz hepimiz. İskelenin yanındaki sazlıkta balık mı tuttuğunu yoksa otları mı temizlediğini anlamadığımız kayıktaki amcaya bakarak yeniden teknemize bindik. San Pedro’ya doğru yola koyulduk. Sahil şeridinde çok güzel ahşap evler gördük ama, tek tek ve birbirlerinden epey mesafeli duruyorlar. Anladığım kadarıyla buraya inzivaya gelen pek çok yabancı var, bu evleri de onlar yaptırmışlar. Kimilerinin kocaman terasları var, ağaçların ardında saklanmış gibi duruyorlar. Ama bu gölde yüzebiliyorlar mı emin değilim. Kaptan da pek çok köyden yüzülebildiğini fakat gölün epey pis olduğunu söylüyor. 








San Juan ve San Pedro köyleri birbirlerine çok yakın. Neredeyse on dakikada San Pedro’ya varıyoruz. Buranın iskelesini Kekova’daki köylerin iskelelerine benzetiyorum. Küçücük bir koy, sırasıyla kafeler ve pastaneler dizilmiş. Buranın tropikal meyvelerinden yapılan müthiş dondurmalarını satıyorlar. San Pedro’ya vardığımızda artık öğle sıcağı iyice azmış durumda. Üzerimizdeki hırkalar, pantolonlar çok gelmeye başlıyor. Allahtan tedbirli gelmişim, kıyıdaki küçük kafede otururken tuvalete gidip üzerimi değiştiriyorum. Beynimiz sulanmasın diye eşarplarımızı kafamıza doluyoruz. Bu köyün girişindeki ana cadde de dimdik bir yokuş. San Juan’dakinden daha fena... Kafede soluklanıp soğuk birşeyler içiyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Yokuşu çıkarken nefesim kesiliyor. San Pedro’nun sahili çok güzel ama köyü derme çatma evlerle dolu. “Çok entersan da birşey yokmuş” derken bir ara sokakta gecekonduların arasında, sanki fildişinden yapılmış gibi duran, Tac Mahal’e benzeyen görkemli bir bina görüyoruz. Meğer bir Baptist kilisesiymiş. Kapısı kocaman demirlerle kapalı olduğundan içeri giremiyoruz, yakınına gelip uzun uzun binayı izliyoruz. Sahildeki kafede çok fazla oyalandığımız için köyü detaylıca gezmeye vaktimiz olmuyor, biz de teknemize doğru geri dönüyoruz.


Panajachel’e geri dönmeden önce, Santiago kasabasını ziyaret edeceğiz. Burası Tzutuhil dili konuşan Mayaların yaşadığı bir yer. Aslında Atitlan gölü kıyısınsaki her köy ayrı bir dil konuşurmuş, ama anladığım kadarıyla Santiago gelenekleriyle diğerlerinden biraz ayrılıyor. Burada Hıristiyanlık öncesindeki inanışlar hala korunuyor ve yerel tanrıları Maximon (Maşimo) koruyucu tanrı olarak kabul ediliyor. Kafasında bir fötr şapka, kolları olmayan Maşimo tanrısının heykelciği, bereket getirmesi için kasabanın yerlilerinden birinin evinde bir yıl boyunca ağırlanıyor. Maşimo’yu ziyarete gelenler ona rom, bira, puro, yiyecek ve içecekler getiriyorlar ve bolluk/bereket için dua edip birlikte içiyorlar. Biz de Maşimo’yu göreceğimiz için heyecanlanıyoruz. Zaten Santiago’da iskelede iner inmez, kasabanın küçük çocukları etrafımızı sarıyor ve Maşimo’nun kaldığı evi göstermek için rehberlik etmek istiyorlar. Biz de çocuklara birkaç quetzal verip peşlerine takılıyoruz. Dar sokaklardan, dik yokuşlardan geçip metruk bir evin önüne geldiyoruz.
Açıkçası buraya ev demeye bin şahit ister. Bulaşık ve çamaşırların birlikte yıkandığı, bir yanda yakacak odunların dizili olduğu bir avlunun ardından, küçük tek göz, kapkaranlık bir oda. İçeride tütsüler de yandığı için dumandan göz gözü görmüyor. Ortada Maşimo’nun heykeli, önünde çiçekler, içecekler, yanıbaşında da evin sahipleri olduğunu düşündüğümüz iki adam oturuyorlar. Para kesiyorlar açıkçası. Çok para istedikleri için fotoğraf çekmekten vaz geçiyoruz, zaten kahve plantasyonunun içerisindeki müzede aynısını görmüştüm. İçeride dumandan nefes almak da çok güç, bir kafamızı uzatıp çıkıyoruz. Daha önce gezi kitaplarımızda okumuş olduğumuz tepedeki büyük Santiago kilisesine doğru yürüyüşe geçiyoruz. Yolda metruk gecekonduların yanı sıra, cumbalı, kimisi bizim köy evlerimize benzeyen güzel binalar da görüyoruz. Kiliseye gelmeden önce bir semt pazarının içinden geçiyor, sonra da bir meydana dalıyoruz. Meydan çok büyük değil ama ortasında palmiye yaprakları üst üste yığılarak yapılmış olan devasa bir Noel ağacı duruyor. Öyle ki ne kadar geri gidersem gideyim ağacı kadraja sığdıramıyorum. Dibine bir sürü eski giysiler bırakılmış, Noel günü fakirlerin alması içinmiş. 


Santiago kilisesi yüzyıllar önce İspanyol koloniciler tarafından kasabanın en tepe noktasına inşa edilmiş. İçinde birçok azizin mezarları da bulunuyor. Kilisenin kapladığı alandan büyük, ortasında yine kocaman bir haç olan, kare bir avlu var; bir tarafında kadınlar leğenlerin içinde çamaşır yıkıyorlar. 30 yıl önce burada çalışan Amerikalı Stanley Francis Rother isimli bir misyoner rahip varmış. Yardımlarından ötürü yerli halk tarafından çok seviliyormuş. 1981 yılında aşırı sağcı bir grup, kilisede vaaz vermekte olan Rother’i öldürmüş. Onun anısına da içeride bir plaket yapmışlar.
Kiliseden aşağı inişimiz epey zor oluyor, yolları şaşırıp kayboluyoruz. Sahile indiğimizde artık akşamüzeri olmuş, Pana’daki müthiş otelimize doğru yola çıkıyoruz. Pana’ya varır varmaz sıcaktı soğuktu demeden kendimizi duşa attık. Sonra da günbatımını izlemek ve akşam yemeği yemek için sahile iniyoruz. Görece olarak şık bir yer bulup nachos’ları, avokado soslarını, karideslerimizi yiyoruz. Hepimizin yüzünde tatlı bir tebessüm beliriyor.
     

28 Aralık 2010 Salı

Atitlan 1: Her Türk seyahatinde mutlaka bir başka Türkü bulacaktır


Guatemala volkanlar ülkesi. Yanlış bilmiyorsam ülke çapında otuz küsür tane volkan varmış. Bir tanesi yanıbaşımızda minik minik tütüyor her gün. İlk geldiğimde çok garipsemiştim, şimdi daha bir kanıksayarak bakıyorum. Ama yalnızca dumanı tütenler değil, tütmeyenler de öylesine ihtişamlı ki, hala her sabah evden çıktığımda gördüğüm manzaraya hayranlıkla bakıyorum.
 Antigua’ya iki saatlik mesafede ise, görkemli üç ayrı volkanın arasında yükselen büyük bir krater gölü var; ismi Atitlan. Geldiğim ilk günden beri ‘Atitlan’a gittiniz mi’ diye soruyordu herkes, biz de iki hafta önce buraya bir haftasonu gezintisi yapmaya karar verdik.  Gölün çevresinde irili ufaklı birkaç tane köy bulunuyor. Biz en büyükleri Panajachel’de ufak bir otel ayarladık. Açıkçası turu ayarladığımız acente bize otelin resimlerini gösterdiğinde oldukça şık duruyordu, hani bizim “butik” tabir ettiklerimizden... Vardığımızda ise bambaşka bir manzara ile karşılaştık. Ülkemizin standartlarına göre sefil bir pansiyon diyelim. Yine de sabah güneşinde Atitlan ve karşımızdaki volkanlar öyle güzel parlıyorlardı ki sesimizi çıkartmadık. Zaten bir süre sonra öğrendik ki burada seyahat ederken sizi nelerin beklediği konusunda daima hazırlıklı olmak gerekiyor. Öncelikle sıcak suyu olan bir otel bulmak hazine bulmak gibi birşey. Otellerin broşürlerinde odalarda televizyon olduğu da iddia ediliyor ki, buna da gözlerinizle görmeden inanmayın. Hele hele internet bağlantısı var diyorlarsa, külliyen yalan.  

                                           Kahvaltımızı bekliyoruz...
Panajachel, sevimli, küçük bir turistik kasaba. Her yanı hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu. Gerçi uzun uzadıya dükkanlara girmenize gerek olmuyor, zira hepsinde aynı mallar satılıyor. Sokaklarda dolaşmak bu nedenle bir nevi dejavu etkisi yarattı bizde. En güzeli sahil şeridinde yürüyüş yapıp, küçük restoranların ve kayıkhanelerin arasında yürümek. Biz de vardığımızda öyle yaptık. Önceden ayarlamış olduğumuz tekne turunu beklemek ve kahvaltı etmek için kafelerden birine daldık. Atitlan’ın güzelim manzarasını seyrede seyrede kahvelerimizi beklemeye başladık. Sabah epey erken saatte vardığımızdan, kafede bizden başka kimse yoktu. Buna rağmen bekleyiş öyle uzun sürdü ki, neredeyse boşverip kalkacaktık . Bu arada, Guatemala’yı ziyaret etmek isteyenler için birkaç not daha düşeyim: Guatemalalılar, inanılmaz sıcak kanlı, güleryüzlü, misafirperver, hoşsohbet insanlar. Yalnız biri size randevu verdiyse yüzde doksandokuz nokta dokuz, geç geliyor. En az on, en fazla yirmi dakikalık bekleme süreniz var. Restoranlarda hızlı servis bekliyorsanız üzülürsünüz. Biz de bu durumu göze alarak garsona acelemiz olduğunu söyledik ama bir yandan teknenin de söyledikleri saatten daha geç kalkacağını düşünerek paniklemedik. Gerçekten de vardığımızda teknenin sahibi göbeğini kaşıyarak oturuyordu.  


Buradaki tekneler, uzun ince, zannımca çakma fiberglastan, üzeri kapalı ama pencereleri camsız, kayığın bir üst versiyonu taşıtlar. İçinde yan yana iki sıra, plastikten oturma alanları var. Yine de gözümüz korkmuyor, neşeyle teknemize adım atıyoruz. İçeride orta yaşlı iki bayan, bir genç kız ve 13-14 yaşlarında bir oğlan oturuyor. Arkamdan beni takip eden arkadaşlara laf yetiştirerek aralarına dalıyorum ama bir anda avını bulmuş köpekler gibi aniden duruyorum; kulaklarım kabarıyor. O da ne? Türkçe mi duydum yoksa?!  “Ay merhaba, Türk müsünüz yoksa, aaa valla yaaa!?” gibi saçma bir laf çıkıyor ağzımdan. “Merhabaaaa!” diye neşeli bir cevap alıyorum. Uzun zamandır burada yurdumu tek başıma temsil ettiğim düşüncesindeydim, çok yanılmışım... Türkün ayak basmadığı bir kıta olabilir mi? Elbette ki hayır. Sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyorum. Üzülüyorum zira memleketlini görünce ister istemez bir sohbet etmek gerekiyor; gereksiz kibarlık yapılıyor. Seviniyorum, çünkü arkadaşlarımla İngilizce, çocuklar ve evsahibemizle İspanyolca konuşmaktan beynim sulanmaya başlamıştı. Arada gayri ihtiyari insanlara Türkçe cevap veriyorum, şaşkınlıkla suratıma bakıyorlar. 


                                           Fatma hanım anlatıyor, kızı Aslı seyrütemaşada...




Hararetle tokalaşıyoruz; onlar da burada bir Türkle karşılaşmaktan şaşkın. Ne için geldiğimi soruyorlar, yetimhanede çalıştığımı anlatıyorum. “Biz aslında Danimarka’da yaşıyoruz” diyor Zeynep hanım; “Arkadaşım Fatma’nın kızı Aslı tıp okuyor. Burada bir klinikte gönüllü çalışmak istedi. Biz de ‘kız daha ufak, birlikte gelip de ellerimizle kalacağı yere yerleştirelim’ dedik. Ben de oğlumu aldım yanıma, bize de seyahat oldu.” Bu arada birlikte geldiğim arkadaşlarımın suratlarına gözüm takılıyor, hepsi kulak kesilmiş bizi dinliyor. Türkçe duymak onlara enteresan geldi. Gülümseyerek bize bakıyorlar, sanki tanıdık kelimeler seçmeye çalışıyorlar.  Bir tanesi diyor ki: “Ne değişik bir diliniz var, hiçbir çağrışım yapmıyor. Güzel geliyor ama kulağa...”
Bir yandan sohbet edip bir yandan plastik koltuklarımıza yerleşirken tekne hızla hareket ediyor. Sırasıyla San Pedro, San Juan ve Santiago’ya gideceğiz.   



26 Aralık 2010 Pazar

Zor işmiş Noel kutlamak




Açıkçası Noel çılgınlığı bittiği için memnunum. Hem yetimhanede hem evde iki haftamız Noel hazırlıklarıyla geçti. Her yer ışıklandırıldı, evler süslendi, çocukların hediyeleri paketlendi. Sokakta her gece bir geçit töreni vardı. 24 Aralık’a kadar her gün devam edecek dedi Mari. İnsanlar ellerinde fenerler, sırtlarında Meryem Ana ve Josef heykelciklerini taşıyan bir tahtırevan, ziller çalarak yürüyorlar. İsa’nın doğumu için uygun bir yer aradıklarını sembolize ediyormuş bu yürüyüş. Heykeller her gece bir ailenin evinde kalıyor ve o evi onurlandırıyor. Geçit töreni bitince de gelsin havai fişekler, kızkaçıranlar.   
Burada Hıristiyan olmayan tek kişi ben olduğum için herkesin gözü benim üzerimdeymiş gibi geliyor. Sadece kuruntu belki ama nedense kendimi herkesten çok çalışmak zorunda hissediyorum. Yetimhanedeki çocukların hediyelerinin hepsini tek tek ben paketledim. Hediyeler giysilerden oluştuğu için aman çocukların isimlerini, yaşlarını karıştırmadan paket yapayım diye debelendim. Yetimhanenin ortasına kurulmuş olan ve İsa’nın doğduğu köyü sembolize eden büyük masanın süslemelerinin birçoğu benim elimden geçti. Çocukluğumun TRT’si sağolsun; çocuklara origami ya da el işleri yapmayı öğreten programlar vardı. Okuldan gelince televizyonun karşısına geçer saatlerce bu programları izlerdim. 36 yaşımda, Guatemala’da, Noel hazırlıkları için işe yarayacağını nereden bilirdim...
Noel sabahı ilk işimiz kilerdeki tahta masaları ve sandalyeleri bahçeye taşıyıp büyük öğle yemeği için sofrayı hazırlamak oldu. Sonra çocuklar Noel ağacının etrafında toplandılar ve tek tek hediyelerini açtılar. Tabi işimiz bununla bitmedi... Sırayla hepsini banyoya soktuk. Otuz küsür tane çocuğu yıkamak, banyodan kaçanları yakalamaya çalışmak, üşüyüp ağlama krizine girenleri sakinleştirmek, yeni giysilerini giydirmek birkaç saatimizi aldı. Onlarla birlikte öğle yemeğimizi yerken çatalı ağzıma götüremeyecek kadar yorulmuştum bile...
 
  
Evde ise Mari on gün önceden telaşlanmaya başladı. Evde kalan biz gönüllüler dışında Noel için iki oğlu başkent Guate’den geldi. Ayrıca Leo’nun önceki evliliğinden çocukları, eşleri ve onların çocukları da Noel günü eve geldiler. Pazardan tonlarca sebze-meyve alındı eve. Ve tabi birkaç tane de hindi. Mari ve mutfakta onunla çalışan iki yardımcısı günlerce yemek pişirdiler. Biz de gönüllüler olarak kendi memleketlerimizden birşeyler hazırlayalım dedik. Sascha meşhur(muş) Avustralya tatlısı Pavlova’yı yaptı. Pat, brokoli salatası ve balkabaklı pay pişirdi. Ben nereden aklıma estiyse karnıyarık ve domatesli pilav pişireceğime söz verdim. Yaptım da... Mütevazilik etmeyeceğim, domatesli pilavım süper oldu. Amma velakin buradaki patlıcanlar bizim evdekiler gibi uzun ince değilmiş; kocaman şişman patlıcanlar. Saatlerce pişiriyorsun yumuşamıyor meretler! Sanırım yarım günümü karnıyarık pişirmeye adadım. Pişmesi için saatlerce başında beklemem gerekti. Evdekiler ise “Ne meşakkatli işmiş bu yemeği pişirmek, kızcağız saatlerce uğraştı” dediler. Sonuç: görüntü nefis, tadı berbat bir karnıyarık ortaya çıktı. Fakat evdekiler orijinal tadının nasıl birşey olduğunu bilmedikleri için afiyetle yediler:) Ben de çok matah bir iş yapmışım gibi tebrikleri kabul ettim.

Pavlova güzelmiş hakikaten...

Noel öncesinde Mari’nin büyük oğlu avlumuzu dekore etti. İsa’nın doğduğu samanlık, bir yanına Meryem Ana, diğer yanına Josef ve azizlerin heykelcikleri yerleştirildi.  Altarın dibine içinde tütsü yanan bir de büyük testi koyuldu. Leo, tütsünün ruhlar için yakıldığını söyledi. Bizler de o sırada hediyelerimizi paketledik; oturma odasındaki devasa çam ağacının altına dizdik.
Akşam saat onda, ailecek Hermano Pedro katedraline Noel ayinine gidildi. Bunu gönüllüler olarak hepimiz çok istedik; Mari ve Leo da bizleri kırmayıp kiliseye götürmeyi kabul ettiler. İki dirhem bir çekirdek giyinip yola koyulduk. Aman o ne kalabalık, arabayı park etmek ve insan kalabalığından içeri girmek bir mesele... Kilisenin içi hınca hınç dolu olmasına karşın, buz gibiydi. Peder de bizi dondurana kadar uzun uzun konuştu. Daha doğrusu birkaç rahip ardı ardına konuşmalar yapıp, İsa’nın doğumunu ve hayatını anlattılar. Vaazın tamamını anlamadım tabi, hem dilimin yetersizliğinden, hem de dinlemek yerine çevremde oturan ve huşu ile vaazı dinleyen insanları izlemek daha cazip geldiği için... Vaazın sonunda, ben şaşkın gözlerle sırıta sırıta etrafıma bakınmaya devam ederken ön sıramda oturan kadıncağız dönüp birşeyler söyledi ve eliyle bileğimi kavradı. “Aman” dedim, “yakayı ele verdik burada.” Sonra baktım herkes birbirini kucaklıyor ya da bileğinden sıkıyor, meğer birbirimizin Noel’ini kutluyormuşuz... Ne yapacağımı bilemeden, acemice birkaç kişiye “Feliz Navidad” dedim. Aslında tokalaşırken bambaşka birşey söylüyorlar ama Guatemalalılar kibar insanlar, beni bozmadılar. 

Ayin sonrasında saat onbiri geçerken eve vardık. Saat tam onikide, dışarıda havai fişekler sanki bombardıman altındaymışız gibi patlarken, Leo odasından bebek İsa heykelciği ile çıktı. Mari ve aile üyeleri Leo’yu yanaklarından öpüp “Mutlu Noeller” dediler. Leo nazikçe uzanıp bebek İsa’yı samanlığın üzerine bıraktı. Ev halkı dualar okuyup şarkılar söyleyerek uzun uzun altarı seyretti. Öyle huşu içinde dua ediyorlar ki bir ara baktım Mari ve Pat ağlıyorlar. Sascha, Renny ve ben ise arkalarında şaşkınlıkla olup biteni izliyoruz, bir yandan da utanmazca fotoğraf çekiyoruz. Ben işi iyice ileri götürüp ayini videoya da alıyorum. Ev halkı asaletlerini bozmayıp biz turistlere oralı olmuyorlar. Şarkılar bittiğinde ağacın etrafında toplanıp, hediyelerimizi veriyoruz. Ve geceyarısı Noel yemeğine oturuyoruz.
Ben, “Ay yorgunluktan ölüyoruz, o pişirdiklerimizi nasıl yiyeceğiz şimdi?” deyince Mari esas yemeği yarın öğlen yiyeceğimizi söylüyor. Akşam yemeği için saat çok geç olduğundan ufak ufak atıştırıp, likörlü jöle shot’larımızı ve şarabımızı içiyoruz. Yemekten sonra Mari’nin oğulları ve evdeki torunlar bizi dışarı, kapımızın önüne çıkmaya davet ediyorlar. Meğer bomba patlatacakmışız! Hepimiz birer tane deniyoruz. Gece ikiye kadar sokakta komşularımızla birlikte havai fişek patlatıyoruz.
Öğlene doğru zorla uyandığımız 25 Aralık günü ise avluya kurduğumuz kocaman masada bütün ev halkı yemek yedik. Öyle çok yemişim ki bugün Pazar ve hala tok hissediyorum.          

22 Aralık 2010 Çarşamba

Leo’nun hikayeleri ve Nazarenos sokağı



Guatemala diğer Latin Amerika ülkeleri gibi mitler ve efsanelerin ülkesi. Hıristiyanlık burada ciddi bir fenomen ama Maya hikayeleriyle farklı bir hal almış, başkalaşmış. Ev sahibim Leo, bizlere katılabildiği akşam yemeklerinde bu hikayeleri anlatmayı çok seviyor. Biz de masalcı nineleri dinleyen çocuklar gibi heyecanla anlattıklarını dinliyoruz. Tek derdim hikayelerin detaylarını layıkıyla anlayamamam. Yine de İspanyolcamı geliştirmek için bundan daha iyi bir yol olamaz diye düşünüyorum.
Leo tarihe çok meraklı; Türklerin köklü bir geçmişi olduğunu bildiği için sohbetlerin sonunda hep bana dönüp bizim hikayelerimizi, destanlarımızı, Osmanlı tarihini anlatmamı istiyor. “Türkleri ve sizin memleketinizi düşününce hep aklıma halının üzerinde uçan adamlar, Ali Baba ve Kırk Haramiler geliyor” diyor. Kırık İspanyolcamla birşeyler anlatmaya çalışıyorum ama öyle zor ki! Eğer bu küçük şehirde doğru düzgün bir kitapevi bulabilirsem ona Noel için bir Osmanlı tarihi kitabı almayı planlıyorum. Ama ne yazık ki bulabileceğim konusunda çok ümitli değilim...
Dün akşam yemekte Leo’nun keyfi yerindeydi. Konu önce Antigua’nın kurulmasından açıldı. 500 yıl kadar önce İspanyol sömürgeciler burada bir başkent kurmaya karar veriyor. Volkan Agua’nın eteklerinde, Ciudad Vieja yani eski şehir denilen, şimdiki Antigua’nın birkaç kilometre ötesinde bulunan şehri kuruyorlar. O dönemde volkan Agua’nın tepesinde bir krater gölü varmış. Bir depremde göl taşıp seller şehrin üzerine akınca biraz daha ileriye Tekpan’a taşınmış. Ama Tekpan’da yaşayan Maya yerlileri sömürgecilerin burada bir şehir kurmalarına karşı çıkmış, yerleşimcilere göz açtırmamış. Onlar da bugünkü Antigua’nın bulunduğu yere gelmek zorunda kalmışlar. 29 Eylül 1717’de tahmini 7.4 büyüklüğünde bir deprem Antigua’yı vurunca 3 binden fazla bina yerle bir olmuş. 
Hükümet başkentin daha güvenli olduğu düşünülen Guate’ye taşınmasına karar vermiş ancak pek çok Antigualı şehri terk etmeye yanaşmamış. Leo’nun anlattığına göre sömürgeciler halkı taşınmaya zorlamak için geride kalan pek çok sağlam binayı da, özellikle kiliseleri dinamitle patlatıyorlar. Büyük çoğunluk Guate’ye taşınıyor ama binlerce insan burada kalmaya devam ediyor. Deprem sonrasında tarlalar da harap olduğundan uzun süre şehirde kıtlık yaşanıyor. Antigualılar uzun bir dönem yalnızca, bugün de şehrin her tarafında ağaçları bulunan yeşil kabuklu avokadolarla beslenmek zorunda kalıyorlar. Hükümettekiler kendilerine itaat edip şehri terk etmeyen Antigualılara “panzaverde” lakabını takıyorlar. Panzaverde, yeşil göbekli anlamına geliyor. Karınlarına ancak yeşil avokadolar giriyor deyip dalga geçiyorlar. Bugün bile Guateliler Antigualılara panzaverde diyormuş. 


Leo yeşil göbek hikayesinden sonra hayalet hikayelerine geçti. Korku filmi dinler gibi dinledik. Hepsini burada anlatıp sizleri korkulara sürüklemek istemiyorum. Ama en meşhurlarından birisi köpek hayaletiymiş, anlatmadan geçmeyeyim... Söylediğine göre Antigua’nın meşhur siyah bir hayalet köpeği varmış. İnsanlar dışarıda çok içki içip sarhoş bir halde evlerine dönmeye çalışırken bu köpek kendini gösterir, havlar, korku salarmış. İnsan sarhoş bir halde gece gece sokaklarda yürürken değil siyah köpek mor gergedan bile görür diye düşünüyorum ama hikayenin havasını bozmayayım diye yorum yapmıyorum. Daha önce buranın tarihine ilişkin okuduğum bir yazıda, Maya mitlerinde köpeklerin önemli bir yeri olduğunu öğrenmiştim. Köpek kurban etmeler, köpek tanrılar, köpek iskeletleri Maya hikayelerinin önemli bir parçası. Hayalet köpek hikayesinin de Maya mitlerinden beslendiğini düşünmeden edemiyorum.
Konu tarih ve hikayelerden açılınca Leo’ya “Etrafta ne kadar çok harabe var, belli ki eskiden çok güzel binalarmış. Çoğu da tel örgüler ya da parmaklıklarla kaplı.Gezebileceğimiz birkaç tanesi yok mu?” diye soruyorum. Birkaç binayı tarif ettikten sonra yeni bir hikaye anlatmaya başlıyor.
Buradaki evimiz La Chajon ve Los Nazarenos caddelerinin tam kesiştiği noktada. Şehrin merkezine inmek için en sık kullandığımız yollardan bir tanesi Nazarenos. Birkaç bulvarı kesen uzun ve dar bir yol. Bizim binanın bulunduğu köşeyi geçtikten sonra ileride yıkık, metruk, eski bir ev duruyor. Nazarenos sokağının en sonunda... Leo’nun söylediğine göre koloni döneminde bu binada kendilerine Nazarenos diyen bir gizli tarikat üsleniyormuş. Nazareno’lar aynı Klu Klux Klan gibi uzun takkeler takan, yüzlerini gizleyen tarikat üyeleri. Nazareno ismi ise İsa’nın İsrail’de büyüdüğü şehir olan Nazareth’ten geliyor. Yani Nazarenos, Nazarethliler anlamına geliyor. Beş yüzyıl kadar önce, üstün ırk olduğuna inanan Nazarenos üyeleri, Maya yerlilerini ve kimi zaman da nefret ettikleri hükümet görevlilerini işkencelerle öldürüp, Antigua’da dehşet saçıyorlarmış. Bu hikayeden sonra artık günlük korku limitimi aştığımı düşünüp yatağıma gitmek için izin istiyorum.     

Sascha ve Renny ile Nazarenos'da yürürken...