Yeni yıla El Salvador’da girme fikri Sascha’dan çıktı. Biz sabah çalışırken o Antigua’daki seyahat acentelerini tek tek dolaşmış ve uygun bir tur bulmuş, hatta birlikte çalıştığı Rachel ile depozitosunu yatırmış bile... El Salvador kıyıları özellikle sörfçüler için bir cennet. El Zonte, El Tunco, La Libertad gibi sahilleri çok meşhur. Yeni yıla buradan da sıcak bir iklimde, Pasifik Okyanusu kıyısında girmek bize de cazip geliyor. Sascha’nın peşine takılıp acenteye gidiyoruz. Kısa boylu, şişman, dudakları patlak, gangster kılıklı bir adam sandalyesine yayılmış cips yiyor. Orada olmamız çok da umurunda değil gibi, konuşurken uzaklara bakıp göbeğini kaşıyor. Renny ve ben adamdan hiç hoşlanmıyoruz, tipi de tekin gelmiyor, dudakları sanki bir kavgada patlamış gibi... El Salvador’da gideceğimiz plaj, kalacağımız otelle ilgili sorularımıza adamın doğru düzgün yanıt veremediğini görünce iyice işkilleniyoruz. Sonunda anlıyoruz ki Sascha El Salvador yerine Guatemala’nın Pasifik kıyısındaki Monterrico plajı için rezervasyon yaptırmış. “O zaman alalım paraları geri” diyecek oluyoruz, adam bize doğru hırlıyor... Pek tartışmamaya çalışıyoruz. Adının Jose olduğunu öğrendiğimiz suratsız adam “Señorita yanlış anlamış, eğer isterseniz ben size El Salvador’da bir yer de ayarlarım” diyor. Ahhh Sascha nereden atladın hemen bu acenteye diğerlerini doğru düzgün araştırmadan!... Sascha üzgün balık suratıyla bize bakıyor, “Napalım, benim hatam... yansın o zaman para, adamdan da ürktüm” diyor. Kıyamıyoruz ona, Jose efendiyle El Salvador pazarlığına girişiyoruz. Sonunda anlaşma yapılıyor, eğer toplam sekiz kişi ya da daha fazla olursak otel ve transfer için vereceğimiz ücrete üç öğün yemeğimizi de dahil edecek. Ayrıca şoför de bizimle birlikte kalacak, böylelikle diğer plajlara geçebilmek için aracımız yanımızda olacak. Ertesi gün için Sascha’ya ceza veriyoruz, sekiz kişiyi tamamlamak için diğer gönüllülerle konuşacak. Allah için becerikli kız, ağzı da laf yapıyor, bir gün sonra yolcularımızın sayısının ona çıktığını öğreniyoruz. Ertesi gün diğer seyahat arkadaşlarımızla Maximo’da buluşup acenteye gidiyor ve paramızı yatırıyoruz. Sascha’nın birlikte çalıştığı geveze Rachel, engelli çocukların kaldığı bir yetimhanede çalışan Amanda ve bir klinikte gönüllü olan hemşirelik öğrencisi Levi dışında diğerlerini tanımıyorum. Amanda, Rachel ve Levi gibi Amerikalı genç bir çift, Koreli bir kızcağız, ABD’de tıp okuyan Çinli bir kız daha. Acente bizi Cuma sabahı altıda evimizden alacak, dört saatlik yolumuz var.
Akşam evde bir yandan salsa ritimleriyle dans ederken bir yandan da çantalarımızı hazırlıyoruz. Koruyucu meleğimiz Mari bize yine yolluk hazırlıyor, sandviçler, meyveler, çikolatalar... keyfimize diyecek yok. Bu arada Leo elinde iki şapkayla yanımıza geliyor. Bir tanesi hasır, diğeri siyah bir fötr şapka. Hasır olana bayılıyorum, “Bu el yapımı meşhur bir Panama şapkası, sombrero deniyor. İstersen yanına alabilirsin, orası çok sıcak olacak” diyor. Sevinçle kapıyorum şapkayı, teşekkür ediyorum. Diğerini de Pat kafasına takıyor, kendi kendimize gülüşüyoruz.
Mari sabah beş buçukta bizimle birlikte kalkıyor, kahvaltımızı da hazırlıyor. Kapının önüne çıkıp beklemeye başlıyoruz. Yirmi dakikaya kadar endişelenmiyoruz. Yarım saat, kırk dakika, elli dakika geçiyor. Jose telefonuna da cevap vermiyor. “Tamam soyulduk” diyoruz. O sırada Sascha Rachel’a ulaşmayı başarıyor, herkesi sırayla toplayarak ağırdan geliyorlarmış bizim eve doğru. Küçücük Antigua’da herkesi almaları nasıl bu kadar uzun sürüyor diye tartışıyoruz. Neyse ki yedide araç geliyor. Küçücük eski bir minibüs, içeride insanlar tıkış tıkış. Ön koltukta tanımadığımız bir kız görüyoruz, İsviçreliymiş, Jose onu ve bir arkadaşını da bizim tura dahil etmiş. Bu araç nasıl on iki kişi alacak diye birbirimize bakıyoruz ama, yola çıktığımız için de mutluyuz. Son olarak İsviçreli kızın arkadaşını almak üzere bir evin önünde duruyoruz. Şoför kapıyı çalıyor ama ses yok... On dakika sonra kız kapıda beliriyor, uyuyakalmış... yirmi dakika da onun için bekliyoruz. Herkes gergin bir şekilde birbirine bakıyor, derin nefes alıp sakinleşmeye çalışıyoruz. İsviçreliye dönüp “Arkadaşını arasana, neden gelmiyor!” diyor bazıları. İsviçreli cevap veriyor: “Ben de çok iyi tanımıyorum, Belçikalı bir kız bu, sadece aynı yerde çalışıyoruz, telefonu da yok.” Sonunda kız özür dileyerek geliyor. Homurtular bir müddet daha devam ediyor, yola çıkmak için sabırsızlanıyoruz.
Ben arka koltukta üç kişiyle birlikte kucak kucağa oturuyorum, önümüzdeki iki sıra da dolu. “Çok klostrofobik bir yolculuk olacağa benziyor” diyorum. Yanımda oturan çift “Kaza yaparsak buradan çıkmamız mümkün değil” diye gülüyor. Gülünecek bir şey bulamıyorum, “yaa sabır” deyip düşünmemeye çalışıyorum.
Yola çıktık... güneş kendini gösterip hava ısınmaya başlayınca koltuktaki samimiyetimiz fazla gelmeye başladı. Fakat dağlardan okyanus kıyısına doğru ilerledikçe manzara öylesine güzelleşti ki halimizi unutuverdim.
Önce uçsuz bucaksız mısır ve muz tarlalarını görüyorum. Hasat zamanı olduğu için ürünler toplanmış, çiftçiler tarlalarını temizliyor. Yollarda atlarını süren köylüler, yanlarında birer inek ve köpek, beyaz kovboy şapkaları ve çizmeleriyle ilerliyor. Volkanları ve sıradağları ardımızda bıraktıkça palmiyeler çoğalmaya başlıyor. Yol aşağı doğru kıvrılarak sahile doğru iniyor. Tam asfalt yol ne kadar düzgün diye düşünürken, ana yoldan çıkıp bozuk bir köy yoluna giriyoruz. Arka koltukta zıplarken ne olduğunu anlayamadığım koltuğun demir bir parçası popoma batıyor, o sırada yanımda oturan Amanda kafasını tavana çarpıyor. “Ne oluyor, neden girdik bu yola?” diye sesleniyoruz şoföre, “Geçen yıl fırtınada asfalt yol zarar gördü, yolu kapattılar, mecburen bir süre bu şekilde ilerleyeceğiz” diyor.
Köy yolundan çıkar çıkmaz El Salvador tabelasını görüyoruz. On kilometre kaldığını müjdeliyor. Bu arada Salvador’a doğru irili ufaklı ırmakların çoğaldığı dikkatimi çekiyor. Birçok ufak köprüden geçiyoruz. Aşağıda dere kenarındaki taşların üzerinde rengarenk çamaşırları görüyorum, köylüler bir yandan yıkamaya bir yandan kurutmaya devam ediyor, çocuklar gülüşerek suya atlıyorlar. Biraz daha yol alınca karşıda iki üç tane kulübeden bozma kerpiç ev görüyoruz. Önünde birçok araç park etmiş. Şoför “sınıra geldik” deyince şaşırıyoruz. Ne bir asker, ne bir güvenlik koridoru. Karşıda gördüğümüz kulübeler de sınır kapısıymış. Arabamızı park edip iniyoruz. Kulübelerin birinin önünde iki camlı bölme var, pasaportlarımızı burada damgalatacakmışız.
Bu arada şoförümüz kişi başı 15 quetzal (yaklaşık 2 dolar) geçiş parası ödeyeceğimizi söylüyor. Sıraya giriyoruz. Benden önce Çinli kız pasaportunu uzatıyor. “Bakalım ne sorun yaşayacağım” diyor. Söylediğine göre Çin pasaportuyla giriş-çıkış yapmak her ülkede çok zormuş. “Neden” diye soruyorum, “Komünist ülkeyiz ya” diyor. Gerçekten de polis memuru pasaportunu dikkatle inceliyor. Kızcağız aslında ABD’de okuduğu için oturma izni ve vizeye sahip. Ama buraya gelmeden önce de ayrı vize istemişler. “Guatemala bizden vize istemiyor” derken Türk pasaportuyla ömrü vize kuyruklarında geçmiş biri olarak hafiften böbürleniyorum. Yanındaki pencere boşalınca ben de oraya geçiyorum ama benim pasaportumu da diğerlerinden ayrı bir dikkatle inceliyor polis memuru. Hatta pasaportumu alıp içeriye gidiyor ve görevlilere gösterip birşeyler söylüyor. O an bir ürküyorum, “kıza güldük içimizden şimdi beni uğraştıracaklar” diye düşünüyorum. Bu arada Çinli kızın işlemleri hala devam ediyor. Şöyle bir yan gözle bakıyorum, polis memuru kıza ciddi bir suratla birşeyler soruyor. Sonra elinde pasaportumla polis memuru gülerek geri dönüyor. “İlk kez bir Türk pasaportu görüyorum, arkadaşlara da göstereyim dedim” diyor. Rahatlayıp gülümsüyorum, havadan sudan sohbet etmeye başlıyoruz. Pasaportumu damgaladıktan sonra ardımdan bağırıyor, “Hey Turca! İsmin çok güzel bu arada!”. Edalı edalı teşekkür ediyorum.
Bu arada yol arkadaşlarımda bir Türk pasaportu merakı hasıl oldu. Herkes sırayla bakmak için izin istedi. Silme vize dolu pasaportumla çok hava atıyorum, onlar da gayet Amerikalı bir şekilde “vaaauuvv aavvvsım, bizim pasaportlar bomboş” diye bağırışıyorlar. Demiyorum tabi siz Amerikalısınız diye her yere elinizi kolunuzu sallayarak girebiliyorsunuz diye. Marifet sandılar onca vizeyle dolu pasaportu.
Arabaya doluşup sınırdaki köprüyü geçerken içi boş demir bir askeri bekçi kulübesi görüyoruz. Ne işe yarıyorsa... Bu arada Salvadorlu ve Guatemalalılar ellerini kollarını sallayarak geçiyorlar sınırdan. El Salvador pasaport kontrolüne geldiğimizde aracımız yavaşlıyor. İlk kez üç tane asker görüyoruz. Açık camlarımızdan içeri bakıp, “Yolculuk nereye?” diye gülüyorlar. “El Tunco plajı” diyoruz. Selam verip, geçin işareti veriyorlar. Salvador tarafında da aynı kulübeler... Burada da pasaportum neşeyle karşılanıyor. Bu arada pasaport kuyruğundayken ellerinde tomarla para olan adamlar yanımıza yaklaşıp “Quetzal bozdurmak ister misiniz?” diye soruyor... Biz “bankada hallederiz” deyince şoförümüz “El Tunco’da ne banka ne de ATM var. Burada biraz para bozdursanız iyi olur. Ben sizi El Tunco öncesinde bir bankada durduracağım ama bugün yarım gün olduğu için yalnızca ATM’den para çekebileceksiniz” diyor. El Salvador’un para biriminin ABD doları olduğunu öğrenip şaşırıyorum. Adamlara çok güvenmediğimiz için küçük paralarımızı bozdurup yola devam ediyoruz.
Salvador’a girince bütün ağaçlar palmiyeye döndü. Kıvrılan dağ yollarından aşağı doğru inmeye başladık. Adım başı bir nehrin üzerinden geçiyoruz. Üzerleri palmiye yapraklarıyla örtülü ahşap kulübeler çoğalıyor. Yol kenarında ağaç evler de görüyoruz. Bir kıvrımı döndükten sonra karşıda masmavi Pasifik okyanusu beliriyor. Kızlar “Okyanuuuusssssssssss!” diye çığlık atmaya başlıyor. Aşağıda muhteşem koylar var, turkuaz bir deniz, palmiyeler ve siyah kumlar alabildiğine uzanıyor. İrili ufaklı tekneler kıyıdan seyrediyor. “Otele yerleşir yerleşmez plaja ineceğiz!” diye gülüşmeye başlıyoruz. Bu arada yanımdaki Amerikalı çift akşam yani yılbaşı akşamı için nasıl bir plan yaptığımızı soruyor. “Plan yapmadık, bakalım rüzgar nereden eserse” diyorum. “Biz çok alkol kullanmıyoruz, yani öyle çılgın bir gece geçirmeyiz, değil mi? Buralarda kendimizi kaybetmeyelim, dikkatli olmak lazım” diyorlar. Garip karşılıyorum ama “tabi tabi” diyorum. Birkaç dakika sonra Rachel kulağıma eğilip dedikodu yapmaya başlıyor, “Hey bu Amerikalı çiftle aynı evde kalıyorum ben. Mormonlar ya, biraz tutucular. Ayrı odalarda yatıyorlar evde de ” deyip bıyık altından gülümsüyor. Ben, “Nee?! Mormon mu? Hah ekipte bir mormonlar eksikti. Ama Andrew bana ailesinin Yugoslav asıllı olduğunu söylemişti” diyorum. Rachel da gülerek devam ediyor, “Biliyorum, ama mormon olmuşlar işte ABD’ye göçünce... Harika bir grubuz gerçekten, iki mormon, ben ve Levi iki yahudi, sen... Koreli ve Çinli kızların dini nedir acaba..” diyor. Öğreniyorum ki mormonlar evlenmeden önce iki sene misyonerlik görevi yapmak zorundaymış. Andrew daha önce bir yılı aşkın bir süre Meksika’da misyonerlik yapmış. Şimdi de kız arkadaşıyla görevlerine devam ediyorlarmış. “Bu yüzden İspanyolcası da çok iyi” diyor Rachel. “Bu seyahat beni daha kimlerle tanıştıracak acaba” diye düşünüyorum.
ayyy özlemişim yazılarını!arkadaş grubunun tek karede fotosunu yakalayabildin mi acaba?
YanıtlaSilbu arada plajlar niye siyah???
ellerine sağlık, yılbaşı geceni bekliyorum-4 gözle :)
Anladım ki :
YanıtlaSil1) Beliz ismi sadece bize güzel değilmiş :)
2)Senin vize dolu pasaportuna gıptayla bakan Amerikalılar salak! (içime su serpildi, Allah da oradan vurmuş işte)
3)Neslihanım, kumlar muhtemelen volkanik arazi olduğu için siyah :)
4)Çok okuyan değil, çok gezen biliyormuş.:)
Çok merak ediyorum ki :
1)Mormonlar yılbaşı gecesini nasıl geçirmişler?
2)Kumlar neden siyah?
3)Sascha, El Salvador yerine sizin memlekette bir plaja rezervasyon yaptırmayı nasıl başarmış?
Bugün de bana ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Ve hayır, zamanlama ile ilgili bir sorunum yok :)
Bende bir turk olarak 2013 girdigimiz yilbasini El tunco da gecirdim,El salvadorda 5 aydirda burdayim.Yazdiklarinizi okuyunca tebessum ettim
YanıtlaSil