15 Şubat 2011 Salı

“Kutsal su”da geçen bir gün



Guatemala’dan ayrılmadan önce görmem gereken birkaç yer daha kalmıştı. Tanıştığım hemen herkesin “Guatemala’nın en güzel yeri”  olduğunu iddia ettiği Semuc Champey’i  ve ülkenin riviera’sı kabul edilen Rio Dulce’yi görmeden ayrılmak istemedim. Alta Verapaz eyaletinde, Q’eqchi (evet ‘keçi’ okunuyor) Mayalarının yaşadığı Lanquin köyüne komşu, Cahabon nehri kıyısında yer alan Semuc Champey, Maya dilinde “kutsal su” anlamına geliyor. Nehrin oluşturduğu doğal havuzlar ve mağaralarıyla ünlü.  Antigua’dan ayrılırken biletimizi aldığımız tur şirketi 6 saatte Semuc’a varacağımızı iddia etti; ama her zamanki gibi zamanlama tutmadı. 9 saatlik zorlu bir yolculuğun ardından varabildik. Yollar öylesine virajlı ve engebeliydi ki içimiz dışımıza çıktı.
Talihimiz varmış, yolculuk ettiğimiz minibüste çok neşeli bir ekip vardı: Yediği içtiği ne varsa diğer yolculara da ikram eden Arjantinli Lili, yolculuk sonunda öğrenci değil de aslında komedyen olması gerektiğine inandığımız, şapkasında ismi yazan Kanadalı Brett, yol boyunca çalan 80’lerin en korkunç pop şarkılarına kinayeyle eşlik edip, oturduğu daracık koltukta dans etmeyi başaran Amerikalı David, Guatemala’nın dünyaca meşhur(muş) romu Zacapa’dan şişelerce eve götürmeyi hayal eden, tek gözü şehla, İngiltere Leeds’li, muhteşem aksanlı insan Mike ve şu an ismini hatırlayamadığım diğer neşeli yolcularımız... Sanki kırk yıldır birlikte seyahat ediyormuşçasına yol aldık.
Lanquin’e varmadan bir süre önce şoförümüz bir tepede durup eliyle aşağıdaki manzarayı işaret etti. Kilometrelerce uzanan kısa ama sık sıradağlar, yemyeşil önümüzde uzanıyor. Durduğumuz yerden uzaktaki dağlar sanki çöllerdeki kum tepecikleri gibi sıralanıyor. Hepimiz fotoğraf çekmek için dışarı fırladık. Zaten saatlerdir oturmaktan bacaklarımız ağrımıştı. Makineyi zumlayıp aşağıdaki köye bakınca bir açık arazide köylülerin futbol oynadığını görüyoruz. Maya İdman Yurdu sanki... Bir süre futbola “soccer” diyen şaşkın Amerikalılara, aslında Amerikan futbolu dedikleri şeyin ayakla bir ilgisi olmadığını anlatmaya çalışıyor, tüm dünyada bir fenomen olan futbola onların soccer demelerini esefle kınadığımızı söylüyoruz. (Tabi ki öncelikle Mike, Lili ve ben..) 






Molamızdan sonra önce bu bölgedeki en büyük şehir olan Coban’a, daha sonra da Lanquin köyüne uzanıyoruz. Yolcuların bir kısmı Lanquin’de iniyorlar. Biz ise nehir kıyısında olduğu için kalmayı tercih ettiğimiz Las Marias oteline, Semuc Champey’e doğru devam ediyoruz. Semuc Champey, derin bir vadinin dibinde, Lanquin ise en tepede. Aşağı doğru inerken yol buyunca çiftçileri, derme çatma bambudan evleri, kapıların önünde oynayan çocukları ve çamaşır yıkayan kadınları görüyoruz. Hepsi bize el sallıyorlar.
Las Marias’a inmemiz yarım saatimizi alıyor. Las Marias, hemen nehrin kıyısında, küçük şirin bir iskelesi, bungalovlardan oluşan ahşap odaları, güzel bir bahçesi var. Odama çantamı atar atmaz annemleri aramaya girişiyorum. Muhtemelen benim birkaç saat önce aramamı bekliyorlardı. Telefonumu çıkarıyorum, sinyal yok... Resepsiyona koşup “internet var mı?”  diye soruyorum; alaycı bir tebessümle görevli şöyle diyor: “Internet mi? Elektrik yok ki.... telefon da yok. Yani karasal hat var ama bazen çalışıyor. Elektrik yalnız akşam altı ile dokuz  buçuk arasında veriliyor. Ha bu arada, sıcak su da yok elbette...” Adama öyle bakakalmışım. Bizimkiler meraklanacak diye içime sıkıntı basıyor. Hatta adamların cep telefonunu kullanmak için para da teklif ediyorum ama, uluslararası aramalara kapalıymış. Sonunda görevlilerden bir tanesi, “Elektrik gelince bazen cep telefonları bahçenin şu köşesinden çekebiliyor” diyor. Elektrikle baz istasyonlarının ne alakası var anlamıyorum, yine boş boş bakıyorum. Tabi bir saat kadar elektriklerin gelmesini bekliyorum. Sonra adamın söylediği köşeye gidip telefonumda bir çizgicik belirmesi için dua ediyorum. Bir hareketlenme oluyor sonra, hemen numarayı çeviriyorum. Tabi dört beş deneme yapmam gerekiyor. Sonunda babama ulaşmayı başarıyorum;  ancak burada telefon ve internetin olmadığını, onlara birkaç gün sonra Rio Dulce’den ulaşabileceğimi söyleyebiliyorum. Zaten telefon da kapanıyor. 

Ertesi gün nehirdeki turkuaz havuzları ve Kan’ba mağalarını görmek üzere sabah kahvaltısından sonra yola çıkıyoruz. Rehberimiz Juan, önce benim Kuwai köprüsüne benzettiğim köprüden karşı yakaya geçip tepedeki mirador’a çıkacağımızı  ve nehrin manzarasına bakacağımızı söylüyor.  Nehrin kenarından vadinin içlerine doğru yürümeye başlıyoruz. Köprünün üzerinden vadi ve nehir çok güzel görünüyor.  Karşı kıyıya geçer geçmez tırmanmaya başlıyoruz. Öyle dik ki nefesim kesiliyor ama tırmandıkça manzara güzelleşiyor. Mirador dedikleri yer ufak ahşaptan bir balkon. Aşağıda boydan boya vadi ve nehrin oluşturduğu havuzlar görünüyor. Artık inişe geçeceğimiz için memnunum. Yukarı çıkana kadar öyle tıkandım ki kalp krizinden gideceğim sandım.
Aşağı inerken rehberimiz ve Semuc’a birlikte geldiğim Chris, her türlü hayvan haşaratı ve bitkiyi inceleyip fotoğraf çekiyorlar. Renkli tırtıllar, kocaman örümcek ağları, kökleri kayalara dolanmış ağaçlar... Juan, bir ağaca yaklaşıp palamut şeklindeki meyvelerden birini koparttı ve içini açtı. Küçük küçük nar taneleri sanki... İsmini elbette hatırlamıyorum. Ama parmağını meyveye daldırınca kıpkırmızı bir boya çıktı ortaya, bununla suratımızı boyayıp bizi doğayla uyumlu bir hale getirdi. Artık kendimizi daha çok yerli gibi hissediyoruz. Boyaların iki gün yüzümüzden çıkmayacağını bilseydim elbette ilk başta bunu yapmasına izin vermezdim... 






Nehir kıyısına indiğimizde sevinçle çantalarımızı fırlatıp suya atlamaya hazırlanıyoruz. Ama Juan bizi yine durduruyor. Kenardaki çöp kutusunu işaret edip, “buraya gelin” diyor. Biz merakla çöp kutusuna bakarken o da elindeki sopayla içini karıştırıyor. Sonra o korkunç sıçan benzeri yaratık (bir nevi possum imiş kendisi) bize doğru hırlıyor. Aman ne güzel! Huzur içinde masmavi sulara atlayacakken bize bu korkunç şeyi niye gösterdi ki? Chris tabi çok heyecanlanıyor, ben ikisini de çöpün yanında bırakıp suya koşuyorum. Burası nefis bir yer! Su inanılmaz berrak, ılık ve tertemiz.... O sırada minibüste birlikte seyahat ettiğimiz Brett’i görüyorum. Ayağında patik mi çorap mı olduğunu anlamadığım garip komik şeylerle havuzlarda dolanıyor. Suda oturup sohbete başlıyoruz, insanın buradan kalkıp yürüyesi gelmiyor. Bu sırada Juan ve Chris çocuklar gibi şenler, havuzdan havuza atlayıp birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar. Bir yerlerini kıracaklarına son derece emin olduğum için atlarlarken bakmamaya çalışıyorum. Yara almadan sudan çıkmalarına şaşırıyorum.

Bir saat kadar nehirde keyif yaptıktan sonra, yine geriye, köprüye doğru dönüyoruz. Karşı kıyıya geçip öğle yemeği yiyecek, sonra da Kan’ba mağaralarına gireceğiz. Bu noktada Juan bizi bırakıyor ve adını nedense bir türlü öğrenemediğim başka bir rehber devralıyor. Minik şelalalerden yukarı tırmanarak mağaraların girişine geliyoruz. Rehberin söylediğine göre Kan’ba mağaraları 11 kilometre uzunluğunda, biz bir iki saat boyunca çok küçük bir kısmını göreceğiz. Girişte önce şıpıdak terliklerimizi ayaklarımıza sabitlememiz için plastik ipler veriyorlar elimize. Sonra da herkese birer mum. Mağaranın içine doğru, dizimize kadar gelmeyen sığ sularda yürümeye başlıyoruz.  Bir süre sonra suların akıntısı güçlenmeye başlıyor ama hala sığ. Tepemizden tanımlayamadığım (cırk, curk mu desem... ) saçma sesler geliyor. “Yarasalar” diyor rehber. Başına geçirdiği fenerle tepeye bakıyor; evet biz de görüyoruz uçuştuklarını. Eh, pek tabi mağarada yarasadan doğal ne olabilir ki? İlerlemeye devam ediyoruz. İçerisi giderek kararıyor, sağımız solumuz sarkıtlarla dolu. Bazı bölümlere merdivenler yerleştirmişler, yukarı doğru tırmanıyoruz. 

Sonra irili ufaklı havuzlar oluşuyor önümüzde. “Burada yüzeceğiz artık” diyor rehber. Bir elimde mum, diğerinde su geçirmediğine inandığım (denizde geçirmiyordu meret, mağaraya dayanamadı) fotoğraf makinemle, akıntı ve karanlıkta yüzmek zor işmiş. Biz yüzerken rehberimiz bir dağcı edasıyla mağaranın duvarlarında yürüyor. Utanmasa tavanda yürüyecek. İlerlerken bazı yerlerde durup bize küçük karides benzeri yaratıklarla, su kakalağı olarak tanımladığı iğrenç haşaratları gösteriyor. Bu noktada sinirlerim oynamaya başladı. Bir saattir içerideyiz ve hala ilerliyoruz. “Anladık bu şimdi 11 kilometre böyle devam ediyor, daha ileride enteresan birşey mi göreceğiz? Mesela timsah falan mı çıkacak?” diyorum. Rehberle Chris çok gülüyorlar ama benim sinirlerim gerçekten gerilmeye başlıyor. Neyse ki gerginliğimi fark ettiler de, dönüşe geçmeye karar verdiler. Rehber, “Önümüzde bir havuz daha var, onu da görüp geri döneceğiz” diyor. Ben artık oflaya puflaya ilerliyorum. Ayrıca içeride donmaya başladık. Hepimiz tir tir titriyoruz. Neyse ki son havuza geldik. Burası tepedeki kayalardan havuza atlamak için çok elverişliymiş, meğer ondan gelmişiz. Bu noktada artık dayanamayıp Türkçe “Yok artık!” diyorum.  “Ne yaparsanız yapın, ben bu kenardaki  kayacıkta bekliyorum.” Rehber ve Chris o karanlıkta kayalara tırmandılar. Tepede hararetle birşey konuşuyorlar, suların sesinden duyamıyorum. Aşağıda durup onlar atlarken fotoğraf çekmekle görevlendirildim. Önce rehber, sonra da Chris atlıyor. Aman ne neşeliler.... “Ne konuştunuz tepede öyle?” diye soruyorum Chris’e. Rehber demiş ki, “Havuzun içinde diklemesine kayalar var. Şuraya atlama, şuraya da atlama, ortaya şuraya atla.” Ölmek için bu çaba nedir, anlamıyorum... İkisi de atladıkları için öyle şenler ki şaşarsınız. Neyse, sonunda dönüşe geçtik. Tabi ben hızla yüzüp oradan çıkma sevdam yüzünden bir iki kere ayaklarımı dipteki kayalara çarptım. Ciğerimden Türkçe küfrederken onlar daha da eğlendiler.  Çıkışta elimize kocaman siyah şambrelleri tutuşturdular. Nehirden aşağı Las Marias’ın önüne kadar bunlarla gidecekmişiz. Nehre ayağımı sokuyorum, buz gibi... Yukarıdaki havuzlar gibi değil. “Ben yürüyorum valla, bu kadar su yetti bana bugün” diyorum. Onlar nehirden, ben karadan Las Marias’a geri dönüyoruz. 



6 yorum:

  1. Çok güzel geziyorsun ve anlatıyorsun Beliiiiiiiz, okudukça mutlu oluyorum :) Bugün çok güzel bir gün olacak :))) Thanks XO

    YanıtlaSil
  2. Belizim, kırmızı boya olarak kullandığınız meyveden dudağımıza sürsek iki- üç gün çıkmayan rujumuz olur mu? Hani doğal kiraz dudaklar gibi.
    Ayrıca evde uçuşan sineğe tahmmül edemeyen sen, böcükler, yarasalar ve bilmem ne türlü belanın bulunduğu mağaralarda yüzdün, öyle mi? Pes! Korkusuz arkadaşım benim.(Bu noktada Neslihan Kabaklı'yı neşeyle anmadan edemiyorum:)

    YanıtlaSil
  3. mağara kısmına bayıldım hakkaten cesaret isteyen bir bölüm anlattığı kadarıyla ben daralırım giremem ne de olsa göbek adım Ediz değil mi? Futbolcular kısmına cok güldüm Maya İdman yurdu...
    Meksika'da cliff diving yapanlar olmalı onlarla beraber mükemmel bir atlayış yapabilirsin

    YanıtlaSil
  4. efenim ben fotoları gördüğümde şok olmuştum (zeynocum düşün ki bizim karaburunda olan önü bildiğimiz açık mağara olduğunu sanaraktan)okuyunca "nereye kadar maceracılık?" konusunda felsefi bir blog açmaya, biz evinde yediği önünde yemediği arkasında; börtü böcek hadi bilemedin ennn fazla sümüklüböcek,hamamfatması ile boğuşan, 24 saat elektriği! olup, baz istasyonlarının çalışmaması değil onun radyasyonu ile uğraşan pek muhterem tembel ev ve iş hayatını doya doya yaşayan arkadaşlarımla beliz'in izlenme rekorunu kırmaya karar verdim!!! :)
    en ama en çok şu cep tel.nuna güldüm yahu. Cep telefonun elektrik ile çalışması (çekmesi) konusunda da tartışmaya bilişimin içinde büyümüş ! arkadaşları davet ediyorum. beliz sen beni güldürdün ya allah da seni güldürsün!!!

    YanıtlaSil
  5. Bilgecim, yazılarım seni neşelendiriyorsa ne mutlu bana!
    Zeynebim, o kırmızı boya turuncuya dönüyor, dudakta hoş durmaz kanaatindeyim.
    Kerimcim, göbek adından değil de göbeğinden giremeyebilirsin mağaralara, biraz dar:)
    Ve Sayın Kabaklı! İnanır mısın heyecanla senin yorumunu bekliyordum. O mağaralara girince yeminle aklımdan senin o ünlü sözün geçti: "Tedbir, tedbir, tedbir!":)Blogunun adı da bu olmalı bence:) Baz istasyonu konusunu hiç söyleme, ben de şaştım kaldım zaten...

    YanıtlaSil
  6. Selam!
    Bir izleyenim (ki, seni de izleyen) adresini gonderdi; Guatemala'ya girmeden once. Sayfana girdigimde gordum ki, seni 1 hafta kadar geriden takip ediyorum. Biraz hizli, ama... Mevkim, San Cristobal de Las Casas. Palenque (hani 'kara akrep' var ya) , Emiliano Zapata, Bonapak, Laguna Miramar, Ixcan ve Tapachula cemberini tamamladiktan sonra Guatemala'dayim. Oradan da hizli bir gecis (Antigua'yi icine alan birkac gun) yapacagim, Honduras'a. ...ve sonra da, daha guneye. Olur a, bir yerlerde karsilasiriz belki. Yollar cakisiyorsa, haber et.
    Kolay gelsin.
    Ali Eric
    www.istanbul2istanbul.com

    YanıtlaSil