Campeche meydanı - Meksika
Meksika’da Palenque harabelerini gezdikten sonra Karayiplere doğru yol almaya başladık. Bu kadar yakınına gelip Karayiplerdeki en güzel sahillere sahip olduğu söylenen Belize’ye geçmeden olmazdı. Meksika’nın güneyinde, Yucatan yarımadasında ilerliyoruz. Aslında bu bölgede çok önemli Maya harabelerinden Chichen Itza, ülkenin dünyaca ünlü tatil beldesi Cancun, Tulum gibi plajlar bulunuyor. Ama çok turistik bir yer olduğu için Cancun tarafına geçmemeye karar verdik. Onun yerine Meksika Körfezi’ndeki Campeche isimli kasabada iki gün konaklıyor, Meksika-Belize sınırındaki Chetumal’e inmeyi planlıyoruz.
Campeche, her ne kadar UNESCO Dünya Mirası şehirlerinden biri olsa da, burada tabiri caizse kuş uçup kervan geçmiyor. Kasabadaki tek turistler biziz sanki. Öylesine güzel, kolonyal bir şehir ki buradan tatil rehberlerinde bahsedilmemesine şaşırıyorum. Şehrin etrafı surlarla çevrili; surların dışına bizim İstanbul’daki sahil yoluna benzeyen geniş bir otoyol inşa etmişler. Sağlı sollu palmiyelerle kaplı. Sahil yolunda aile çay bahçesi benzeri üç beş küçük restoranda, kasabanın sakinleri tacos’larını yiyorlar. Şehrin içi de çok sakin, Meksika’nın kendi halinde bir kasabasında olmak çok hoşumuza gidiyor. 37’nci doğumgünümü de arkadaşlarımın güçlükle bulduklarını söyledikleri içi dondurmalı minik pastamla, sıvaları dökülmüş, tarihi bir han olan hostelimizin bahçesinde kutluyorum.
Campeche’den Chetumal’e geçmek için 5-6 saatlik bir yolculuk yapıyoruz. Yolda birkaç kere askerler otobüsümüzü durdurup kimlik kontrolü yapıyorlar. Yucatan yarımadasının Karayipler sahilindeki Chetumal’den, güneydeki başkent Belize City ile San Pedro ve Caye Caulker adalarına tekne kalktığını öğreniyoruz. Ertesi sabah şehri hızla turlayıp, Belize’ye geçeceğiz.
Yolda tanıştığımız herkes bizi, Belize’nin Orta Amerika’daki diğer ülkelere göre pahalılığı ve suç oranının yüksekliği konusunda uyarıyor. Bu nedenle daha emniyetli olduğunu öğrendiğimiz adalara doğru yol almaya karar veriyoruz. Daha önce Guatemala Flores’te tanışmış olduğum bir Amerikalı, Belize City’de seyahat ederken öğlen vakti kalabalık bir caddede birilerinin yolda çevirip ağzına silah soktuğunu, üzerinde ne var ne yoksa soyup soğana çevirdiğini, korkudan şehri nasıl terk ettiğini bilemediğini anlatmıştı. Özetle, kaşınmadan Belize City’yi pas geçiyoruz...
Belize’nin kuzeydeki adalarından San Pedro, daha büyük ve turistik olanı. Hani şu Madonna’nın La Isla Bonita şarkısında aşık olduğu ada... Bineceğimiz tekne önce San Pedro’ya, daha sonra Caye Caulker’a uğrayacak. Biz de hangisinde kalacağımıza yolda karar veriririz diyerek Belize Express isimli acentede pasaport işlemlerimizi yaptırıyoruz. Gerçekten de bu coğrafyada sınırı geçmek için verdiğim en yüksek bedeli burada ödedim. İnşallah harcayacağımız paraya değer diye söyleniyorum.
Gümrük işlemleri için küçücük bir iskeleye stand açmışlar. Efil efil rüzgar estiği için pasaportumu ve makbuzlarımı elimde zor tutuyorum. Gümrük memuru Türk olduğumu öğrenince dik dik bana bakıyor, “Belize sizden vize istiyor mu acaba?” diye soruyor. “Yok efendim, ben buralara gelmeden önce uzun uzun araştırdım” diyorum. “Eğer vize istiyorlarsa onun için de bir para ödemen lazım çünkü, ben bir yetkili mercileri arayıp soracağım” diyor. “Buyur tatlım” küstah bakışımla kendimden emin bir şekilde “sorun elbette” diyorum. Buradakilerin derdini anladım ben. Turistleri daha fazla nasıl yolarız mantığındalar. Sükunetle dakikalarca adamın geri gelmesini bekliyorum. Memurun yüzünde yine sert bir ifade var. “İstemiyorlarmış vize” diyor. “E tabi dedim ben size” diye sırıtıyorum.
Polisler iskelede yan yana dizmiş oldukları valizlerimizi köpeklere koklatıyorlar. Sonra bizim deniz otobüslerinin küçük versiyonlarını anımsatan teknemize kuruluyoruz. San Pedro’ya yolculuğun iki saat süreceği söyleniyor. Teknenin içinde duvarlara monte edilmiş koltuklardan başka birşey yok. Tuvalet de yok... sıkışırsanız altınıza edeceksiniz...
Belize sularına girene kadar, yaklaşık bir saat boyunca, müthiş dalgalı bir denizde ceviz kabuğu gibi sallana sallana ilerliyoruz. Görevlilerden biri, teknenin içinde klima falan olmadığı için, teknenin burnundaki küçük buzdolabından bira ve meşrubat çıkarıp “ister misiniz?” diye soruyor. Tuvaletsiz bir teknede bu riski göze alamıyorum. Al yanaklı İngiliz turistlerimiz ise birayı görünce altın bulmuş gibi seviniyorlar. Deniz dalgalı falan ama, ben ömrümde bu renk bir deniz görmedim. Öylesine berrak, öylesine yeşil-mavi, öylesine güzel ki pencereden hülyalara dalmış gibi denizi seyrediyorum. Karayip Denizi ondan böylesine meşhurmuş demek... Sağ yanımıza Belize’nin palmiyeli sahilleri görünmeye başlayınca kara görmüş korsanlar gibi seviniyorum. Manzara gerçekten de muhteşem...
Kaptan, pasaporttan San Pedro’da geçeceğimizi, daha sonra Caye Caulker’a ilerleyeceğimizi söylüyor. Zaten yolda kararımızı vermiştik, San Pedro’da değil, Caye Caulker’da kalacağız. San Pedro’nun ahşap, renkli evleri palmiyelerle çevrili. Önümüzde beyaz kumlarla nefis bir plaj uzanıyor. Yine küçük bir iskeleye yanaşıyoruz; çantalarımızı indirip sıraya diziyorlar. Sırada bekliyorum ama bir yandan da bir an önce kendimi adaya atmak istiyorum. Gözüm plajda reaggae ritimleriyle dans eden Afrika kökenli ada yerlileri ve turistlere takılıyor haliyle... Kafamın içinde La Isla Bonita şarkısı dönüyor: “I fell in love with San Pedroooo!”
Neyse ki sıra bana geldi. Tüm Belizeliler gibi saçları beline kadar uzun ve rasta gümrük memuru hanımefendi, giydiği üniforma ve üzeri taşlarla süslenmiş beş santimlik kırmızı uzun tırnaklarıyla çok absürd görünüyor. Pasaportumu alıp sayfaları karıştırmaya başlıyor. Sonra bir duralayıp bir bana, bir pasaportuma bakıyor. Başlıyor gülmeye... Anlıyorum ki ismimi gördü. “Seninle tanıştığıma çok memnun oldum Beliz, Belize’ye hoş geldin” diyor. Tabi ki ismime gösterdikleri tepki bununla bitmiyor, içeriden diğer memurlar çağırılıyorlar ki onlar da bu tarihsel ana tanıklık etsinler. Pasaportumun detaylarına bakmıyorlar bile, basıyorlar damgayı. “Hoşgeldin ülkemize, iyi tatiller diliyoruz” diyorlar. Bu sırada durum arkamda sırada duran diğer turistler tarafından da keşfediliyor ve herkes “Ay gerçekten adın Beliz miiiii?” diye neşeleniyor. Bu seramoni dolayısıyla çantama da kimseler bakmıyor, aynen tekneye geri dönüyorum. San Pedro’dan Caye Caulker’a varmamız yarım saat alıyor.
The Split- ayrılma noktası
Caye Caulker, Belize adaları içinde en küçüklerinden biri. 1967 yılında meydana gelen bir kasırga sırasında adanın sığ olan orta bölümü sular altında kalmış. Kuzeyi ve güneyi arasında küçük bir boğaz oluşmuş. Adalılar, akıntının epey güçlü olduğu bu noktaya “The Split” diyorlar. Sanırım hepi topu 50 metre genişliğinde bir boğaz. Araya bir köprü inşa etme ihtiyacını da hissetmemişler. Adanın merkezi güneyde. Kuzeyde yalnızca birkaç ufak ev var. Burada yaşayanlar evlerine teknelerle gidip geliyorlar.
Eskiden bir İngiliz kolonisi olan Belize’de, bu coğrafyadaki diğer ülkelerin tersine birinci dil olarak İngilizce, sonra yerlilerin konuştuğu Croele dili ve üçüncü olarak da İspanyolca konuşuluyor. Paralarının üzerinde hala Kraliçe Elizabeth’in resmi var. Caye Caulker’da da Belize’nin tamamında olduğu gibi nüfusun büyük çoğunluğu, yüzyıllar önce köle taşıyan gemilerden bir şekilde kaçmayı başarmış olan Afrika kökenlilerden oluşuyor. Adalar, etrafını saran geniş atoller ve zengin sualtı hayatı ile meşhur. Dalış meraklılarının Karayiplerdeki uğrak yeri bu adalar...
Caye Caulker’a geldiğimiz anda buranın küçük bir cennet olduğunu düşündüm. Bembeyaz kumsallar, palmiyeler ve begonviller, rengarenk ahşap evler, bahçelere asılmış hamaklar... Adaya ayak basar basmaz reaggea müziği karşılıyor bizleri. Önce çok methini duyduğumuz Tina’nın hosteline doğru yöneliyoruz. Maalesef yer yokmuş... biz de kalacak bir yerler bulmak ümidiyle çantalarımızı sırtlayıp adanın içinde dolanmaya başlıyoruz. Haftasonuna denk geldiğimiz için her yer dolu... Güneş batmaya başlayınca yer bulamayacağız diye endişelenmeye başlıyorum. Son tekne adadan ayrıldı ve burası küçücük bir yer. Sağda solda kafası dumanlı rastalar, “halooo ma brada en sistaaa, from anada madaaa” diye ardımızdan bağırıyorlar. Çok ürkütücü görünüyorlar... Bir yandan da rüzgar şiddetini arttırmaya başladı. Öyle ki, artık yürürken zorlanıyorum... Sonunda kasabanın içinde Happy Lobster isimli bir pansiyona oda soruyoruz. “Burada yerimiz yok ama, adanın batı yakasında Split’e yakın bir yerimiz var. Merkeze biraz uzak, bilmem kabul eder misiniz” diyor resepsiyondaki. Şansımız olmadığını bildiğimiz için, tamam diyoruz. Ve sonradan, gündüz gözüyle de etrafa bakınca, adanın en güzel yeri olduğuna kanaat getirdiğimiz Marylin’s Place’te buluyoruz kendimizi.
Caye Caulker'daki evimizAhşaptan beyaz boyalı, su basması tehlikesine karşı tüm ada evlerinin olduğu gibi yüksek sütunların üzerine oturtulmuş, plaja diklemesine uzanan, yan yana dört büyük odadan ve odaların önündeki geniş bir verandadan oluşan bir ev burası. Bahçesinde iki küçük kulübesi var; biri mutfak, diğeri ise duş ve tuvalet. Bahçemizin içinde palmiye ağaçlarımız ve denize doğru asılmış hamaklarımız da var! Bahçeden adımını atar atmaz iki metre ötede deniz ve sahilimizdeki iki tahta iskele... Buraya bayıldık, hemen tuttuk. Odamız da kocaman, ferah ferah...
Sabah uyanır uyanmaz yüzümü yıkamaya denize koşuyorum. Deniz kenarında pelikanlar ve büyük beyaz kuşlar edalı edalı yürüyor, küçük deniz minareleri topluca kumda ilerliyor. Kuşları rahatsız etmeyeyim diye iskelenin birine yürüyorum. Billur denize bakınca kocaman deniz yıldızları, ömrümde görmediğim çeşit, renk ve güzellikte balıkları görüyorum. Sahilden 10-20 metre açıklıktaki sığ kumluk sularda iki adam bellerine kadar denize girmişler, balık avlıyorlar. Manzara muhteşem... Yüzerken sırıtmaktan ağzımı kapatamadığımı fark ediyorum. Yalnız bir taraftan da, köpekbalığı falan çıkar diye endişe içindeyim. Yanımda kimse yokken fazla açılmayayım diye düşünerek sığ sularda sahile paralel yüzüyorum.
Arkadaşlar da uyanınca adayı keşfe çıkıyoruz. Mevsim dolayısıyla ada doğu tarafından sürekli rüzgar alıyor. Ama akşamki kadar kuvvetli değil. Pansiyonumuz batıda kaldığı için biz rüzgardan hiç etkilenmiyoruz. Split’in tam ucundaki plaja Lazy Lizard (Tembel Kertenkele) isimli bir bar açmışlar. Genelde turistler buradan denize giriyor. Ufak turumuz sırasında anlıyoruz ki, ada kuzeyden güneye uzanan birbirine paralel üç bulvar ve onları enlemesine kesen birkaç küçük sokaktan oluşuyor. En güney uçta, pırpırlı uçakların inip kalktığı, pistine pist demeye bin şahit isteyen bir havaalanı var. Havaalanının biraz daha aşağısında ise bataklıklar uzanıyor. Burada timsahlar olduğunu öğreniyoruz. Ben ilk söylediklerinde, “yok canım, ada burası ne timsahı” falan dedim ama, sonra bizim evin önündeki iskelenin dibinde, suyun içinde kolumun yarısı büyüklüğünde bir timsah yavrusu cesedi görünce kani oldum. Allahtan büyüklerini görmedim hiç...
Adada hiç otomobil bulunmuyor, zaten bütün caddeler de kum... Burada normal arabaların ilerlemesi çok güç... Araç olarak elektrikli golf arabalarıyla bisikletler kullanılıyor. Genelde Çinlilerin işlettiği marketlerin önünde, dizi dizi kiralık bisikletler var. İlk günden hemen birer tane kiralıyoruz. Ben önü sepetli yeşil bir bisiklet kiralıyorum. Caye Caulker’da kaldığımız bir hafta boyunca her yere bisikletimle gidiyorum. Keyfime diyecek yok! Kiralık bisikletimi ayrıca, beni rastaların hışmından koruduğu için de pek sevdim. Gece-gündüz kafaları dumanlı gezen rastalarımız, önlerinden geçen dişi sineğe bile laf atıyorlar. Bizim memleketteki “Yavrum, hepsi senin mi” klişemiz yerine bunlar da, “Haloo baby girl, don’t turn your back on me baby girl, take me with you baby girl” şeklinde laf atıyorlar. Yalnız tabi laf atmakla kalsalar iyi, üzerine doğru hafifçe seyrelme, arkandan yürüme çabaları var. O nedenle ya erkek arkadaşlarımızı yanımızdan ayırmıyoruz, ya da bisikletle vın diye yanlarından geçiveriyoruz.
Adada sıradan bir günüm şöyle geçiyor: Sabah kalkıp denize atlama, kuruyana kadar hamakta biraz daha uyuma, bisikletime atlayıp markete gidip alışveriş yapma, kahvaltı, sonra sabah sporu niyetine yeniden bisiklete binip adayı turlama, geri dönüp yeniden denize girme, bir hamak bir deniz, bir hamak bir deniz... Akşamüzeri Lazy Lizard’a gidip ada sakinleri ve turistlerle kaynaşma, gün batımını izlerken Belizean rom ya da Belikin birası eşliğinde kokonatlı pilav ve conch (bizim deniz minarelerinin devasa olanı... Türkçe adını da bilmiyorum) ziyafeti çekme... Burada hayat gerçekten çok zor...
Tabi aslında dalış sertifikam olaydı, adanın keyfini daha çok çıkarabilirdim. Burası 15-20 metre uzunluğundaki balina köpekbalıkları, mannattee dedikleri dev vatoslar (onlar da 10 küsür metreymiş), nefis mercanlar ve atollerle meşhur. Dalgıçlar her gün adaya ağızları kulaklarında dönüyor, şu hayvanı gördüm bu hayvanı gördüm diye ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Biz de biraz olsun sualtı hayatını keşfedebilmek için bir snorkel turu alıyoruz.
İlk durağımız atoller... El Salvadorlu kaptanımız onu sürekli takip etmemizi, gördüğü balıkları dalıp bize işaret edeceğini söylüyor. Kaptanımız önde biz arkasında büyülenmiş gibi deniz dibini ve balıkları izliyoruz. Ömrümde görmediğim canlılar var. Mercanlar da rengarenk... Bir tane beyaz, kaya balığının çok büyüğü, patlak dudaklı kocaman gözlü balık, sanki her yerde beni takip ediyor. Bir ara göz göze bakıştığımıza yemin edebilirim. Biraz sonra yine kaptanın işaret ettiği minik mavi renkli sarı benekli balığa hayranlıkla bakarken, ileride bir başka tekneden inen grupta bir hareketlenme hissediyoruz. Sonra bağırışmalar geliyor. Kafamı suya sokup 5-6 metre ilerideki insanlara bakıyorum. Üzerine saks mavisi bir neopran giymiş yaşlı amca, suda debeleniyor. Dikkatle bakınca kocaman bir yılan balığının göbeğine saldırdığını görüyorum. Dehşetle suyun üzerine çıkıp tekneye geri yüzmeye başladık. Kaptanımız, “İşte bu nedenle beni takip edin ve çok yaklaşmayın hayvanlara diyorum. Üç beş kişi üzerlerine üşüşünce korkup agresifleşiyorlar” diyor.
Kaptanımız köpekbalığı beslerken
Bir saat sonra bir başka yere doğru yön alıyoruz. Çok açıkta olmamıza rağmen burada sular çok sığ. Burada küçük, uysal (!) köpekbalıkları ve stingray’leri görecekmişiz. Şimdi kaptanın anlattıkları ve yılan balığı hadisesinden sonra sıkıysa dal suya! Ben tabi üç buçuk atıyorum ama, bir yandan da “herkes yapıyorsa bu işi madem ben neden yapmayayım” diye kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum. Tekne durur durmaz, zaten etrafımızda dolanan kahverengi köpekbalıkları net bir şekilde görülmeye başlandı. Kaptanımız “Ben önce bir girip besleyeyim” şunları deyince hafif bir taşikardi başladı bende. Teknede kimse yiğitliğe bok sürdürmüyor ama sinirlerin gerildiği belli.
Stingray
Sonra denizden seslendi bize, “hadi gelin bakalım suya” diye... Ben tabi balıklar kapacaksa önden girenleri kapsın mantığıyla hemen atmadım kendimi. Baktım ortalık sakin, yüzler neşeli, en sonunda suya daldım. Etrafımız stingray ve köpekbalıklarıyla dolu. Bacaklarımıza sürünerek geçiyorlar. Önce bir içim çekiliyor tabi, sonradan alışıyorum. Kaptan, “dokunmak ister misin?” deyip bir stingray’i kucakladı. Korkakça elimi uzattım. Kadife gibi, yumuşacık... köpekbalıkları da öyle... önce sığ suda yanlarında yürüyoruz, sonra alışıp yüzmeye başlıyorum, kafamı da suya sokup snorkelle izliyorum. Bunu da yaptım ya, nasıl gururlanıyorum kendimle anlatamam...
Üçüncü ve son durağımızda kaptan bizi daha açıklardaki atollere götürdü. Burada kendimiz kafamıza göre dolaşabilirmişiz... Ben bu noktada kafi derecede sualtı dünyasıyla haşır neşir olduğumu düşünerek, teknede kalıp karpuz ve muz yemeye veriyorum kendimi... Kendimiz dolaşacakmışız, ne münasebet! Snorkelle dalıştan başka hiç bir aktivite yapmadan, tembel tembel yatıyorum Caye Caulker’da. Zaten adada hayat çok zor...