1 Mart 2011 Salı

Zapatistaların başkenti San Cristobal


Aslında niyetim Rio Dulce’den yukarıya Livingston’a çıkıp oradan da Belize’ye geçmekti. Ama iki arkadaşım Antigua’dan San Cristobal’e gideceklerini söyleyince, güney Meksika üzerinden bir  yay çizerek Belize’ye inmeye karar verdim. Güney Meksika’nın batısındaki Chiapas eyaletinin merkezi olan San Cristobal,  deniz seviyesinden iki bin metre yükseklikte, İspanyol konolincilerden kurduğu eski bir şehir.  Chiapas, Maya nüfusunun yaşadığı, ülkenin en yoksul bölgesi. Bu bölge aynı zamanda, 1994 yılında San Cristobal’i bir süreliğine ele geçirerek otonom bölge ilan eden Zapatista (EZLN) gerillalarına ev sahipliği yapıyor. Herhangi bir devlet otoritesini reddeden Zapatistalar, Meksika hükümeti onları tanımasa da Chiapas’ta bazı alanları işgal etmiş durumdalar ve kendi otonom yönetimlerine sahipler. Zapatista destekçileri, yerliler ve pek çok yabancı, San Cristobal’in arabayla 1,5 saat uzağındaki komünlerde, otonom bölgelerde yaşıyorlar.  Bu kadar yakınımdayken Zapatista diyarını ziyaret etmeden olmayacaktı...  

Antigua’dan San Cristobal’e on saatlik yolumuz var. Meksika’da otoyolların daha düzgün, dolayısıyla ulaşımın daha kolay olduğunu duymuştum. Gerçekten de sınırı geçer geçmez yollar iyileşmeye başlıyor. Ama bu sınır da El Salvador sınırından farksız. Tepedeki “Meksika’ya hoşgeldiniz” tabelasını görmesek hudut kapısında mıyız, pazar yerinde miyiz anlamak mümkün değil. Bir kalabalık, bir curcuna... Sınırdan önce sağlı sollu sıralanan dükkanlar, yiyecek/içecek satan sokak satıcıları, sürekli peşimizde dolaşan dövizcilerle burası adeta Mahmutpaşa’yı andırıyor. Ne bir polis, ne bir asker, ne de bir güvenlik görevlisi.... Kimse çantalarımızı da aramıyor; pasaportlarımızı damgalatıp geçiveriyoruz. Bu sınır kapılarını gördükçe Orta Amerika’da uyuşturucu trafiğinin nasıl da kolay yapıldığını daha iyi anlıyor insan. Yalnız Meksika tarafına ilerlemeye başlayınca yollarda birçok askeri barikat olduğunu fark ediyoruz. Arada bizi durduruyorlar; bazen askerler otobüse binip etrafa bir göz atıyor. Ama anladığımız kadarıyla turistlerle değil de yerlilerle daha çok ilgililer. Zapatista avına çıkmış gibi görünüyorlar.
Sınırı geçtikten sonra en çok dikkatimi çeken Meksika’nın, binaları, insanlarının giyim-kuşamı ile Guatemala ya da El Salvador’a göre daha renkli görünüyor olması. Antigua’daki kolonyal evler de rengarenkti ama Meksika’daki renkler çok daha canlı. Çingene pembeler, mora çalan maviler, cart kırmızılar... Öyle ki kiliseler bile bu renk cümbüşünden nasiplerini almış. Tek bir kilisenin yeşil, sarı, mavi ve kırmızı ile boyandığını gördüm. Bu renk cümbüşünü seyrederken turkuaz rengi kocaman bir binaya gözüm takılıyor. Önce tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum. Kocaman bir kubbe, kubbenin tepesinde bir yahudi yıldızı, tepelerinde ay olan iki minare ve kapısının üzerinde büyük bir haç. Tam bir dinler mozaiği! Aracımız hızla ilerlediği için ancak girişteki “Tüm Dünya Kilisesi” yazısını seçebiliyorum. Nasıl bir ibadethanedir burası, çok merak ettim doğrusu...
Bu çok renklilik kendini San Cristobal’de de gösteriyor. Şehir aslında evleri ve arnavut kaldırımlı yollarıyla Antigua’nın bir büyük kopyası gibi. Ortasında büyük ana bir meydan, meydana bakan belediye binası, büyük bir kilise, hatta aynı Antigua’da olduğu gibi yan yana dükkanların ve kafelerin sıralandığı kemerli bir bina da var. 



Otobüsten şehrin meydanında indikten sonra Posada Mexico isimli hostelimize yerleşiyoruz. Buradaki diğer tipik evler gibi ortasında bir avlusu, küçük bir havuzu ile çok şirin bir yer. Yerleşir yerleşmez şehri keşfe çıkıyorum. San Cristobal dağların arasında konumlanmış bir şehir olduğu için öğleden sonra üçü geçince hava soğumaya başlıyor. Epey keskin bir ayazı var. Küçük esnaf lokantalarından kokular yükseliyor. İlk gün şehri kabaca turladıktan sonra daha önce burayı ziyaret edenlerden duyduğumuz Los Amigos isimli restoranı aramaya girişiyoruz. Şehrin kuzeyindeki pazar yerinin içinde Honduras sokağındaymış. Burayı bize şiddetle önermelerinin nedeni iki bira alınca yanında bedava yiyeceklerin gelmesiydi. Biraların sayısı arttıkça gelen porsiyonlar hem çoğalıyor hem de büyüyor. Epey bir yol katettikten sonra Honduras sokağını ve Los Amigos’u buluyoruz. Burası sarı plastik masa ve sandalyeleri, rengarenk balonları ve plastik çiçekten süslemeleriyle büyük bir esnaf lokantası.
Meksikalılar bu tipik esnaf lokantalarına cantina diyorlar. Çok şirin bir yer. İçerideki tek turistler bizleriz. Ben biradan pek hoşlanmıyorum ama, arkadaşlarım Scott ve Tim lokantanın ucuzluğu karşısında kendilerini kaybediyorlar. Biralar geldikçe yiyeceklerin sayısı ve çeşidi artıyor. Ben elbette yeme kısmında onlara yardımcı oluyorum. Bizim mezelere benzeyen çeşit çeşit salata, dürüm benzeri tavuklu tacos’lar, burritolar, karidesler geliyor... İki saat kadar amiyane tabirle geberene kadar yiyoruz. Bana iki saatten sonra fenalık basıyor. Arkadaşları cantina’da bırakıp şehir turuma devam ediyorum.
San Cristobal sokakları çok canlı. Her yerden müzik sesleri yükseliyor. Küçük hediyelik dükkanlara bakarken ne kadar çok Zapatista kartpostalı ve fotoğrafı olduğunu görüp şaşırıyorum. Kartların üzerinde ünlü Zapatista sloganları yazıyor: “Burada insanlar yönetir, devlet itaat eder”.  Kitapevlerinden birinde Zapatistalarla ilgili kitapları karştırırken karşıma çıkan yazıyla çok eğleniyorum.  Kitap şöyle diyor:  Zapatistalar 1994 yılında San Cristobal’e gelip şehri istila etti ve bir süreliğine yönetimi ele aldı.  Subkumandan Marcos, o esnada şehirde bulunan turistlere şöyle dedi: ‘Kusura bakmayın sizleri rahatsız etmek istemedik. Ama bu bir devrim.’
Şehirde komünlerden gelen birçok turist olduğunu gözlemliyorum. Bunların çoğu pejmürde kılıklı hipiler. Özellikle hipi kadınlar, sokakların sağında solunda çömelip örgü örüyorlar. Bu kadar çok hipiyi bir arada görmemiştim hiç...  
Üç saat sokaklarda turlayıp kaldığımız pansiyona döndüğümde çocuklar cantina’dan yeni dönüyorlardı. Beş saat orada oturup bira içip, yemek yemişler. Mecrburen akşamı pansiyonda geçiriyoruz. Onlar erkenden sızıyor, ben de ertesi gün buranın meşhur müzesi Na Bolom’a gitmek için hazırlık yapıyorum.
Sabah Scott hala sarhoş... Tim kendini güçlükle yataktan kaldırıp, “Seninle müzeye geleceğim” diyor. Kahvaltı edip yola Na Bolom’a doğru yola çıkıyoruz. Na Bolom, Chiapas’taki Maya Tzotzil dilinde “Jaguar’ın Evi” anlamına geliyormuş. Müze,  1950’lerde Danimarkalı arkeolog Frans Blom ve eşi gazeteci/fotoğrafçı İsviçreli Gertrude Duby tarafından kurulmuş. Meksika’da Maya kültürünün ve el sanatlarının korunması için 1940’lı yıllardan başlayarak önemli çalışmalar yapmışlar. Tzotzil yerlilerini fotoğraflamış, filme almış, yaşam biçimlerini incelemişler. Yağmur ormanlarından topladıkları arkeolojik bulguları koruyabilecek bir yer olmadığı için San Cristobal’de eski bir evi satın alıp 1950’lerde restore etmişler. Müze, Meksikalıların hacienda dedikleri, tipik, kolonyal bir bina. Blom-Duby çifti bu binada hem yaşamış, içinde hem bir müze hem de Mayaların yaşamlarıyla ilgili detaylı bir arşiv ve kütüphane oluşturmuşlar. Müzeyi gezmek zamanda bir yolculuk gibiydi adeta. Mayaların yağmur ormanlarında yaşarken kullandıkları eşyaları incelerken bir yandan da Blom-Duby çiftinin yaşam alanlarını gözlemliyoruz. Müze, çiçeklerle bezenmiş geniş avlusu, minik konser salonu ile bizi büyülüyor. Avluda bir saat keyif yapıp kahvelerimizi yudumladıktan sonra, Scott’ı uyandırmak için pansiyona geri dönüyoruz.


2 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Keyifle okuyup hayal ettim canım benim. Belizim dönmek istediğine emin misin?:)

    YanıtlaSil