29 Ocak 2011 Cumartesi

Jaguar atlayabilir, puma çıkabilir



Yağmur ormanlarını içine alan ulusal parka ulaşmak için Flores’ten sabah dört buçukta yola çıktık. Kaldığımız hostel ormanda geçireceğimiz üç buçuk saat için bize sandviç, meyve, bisküvi ve sudan oluşan ufak bir yolluk da hazırlamış. Bir önceki günün yorgunluğu ile sabah gözlerimizi zar zor açabildik. Bizi almaya gelen minibüse bindiğimizde sokaklarda hala eğlenen ve içen insanlar vardı. Ulusal parka giden yol, Maya piramitlerine gelen yoğun ziyaretçi akını dolayısıyla Guatemala için fazla özenle asfaltlanmış. Flores’ten çıkar çıkmaz iki yanı ağaçlarla kaplı otobanda ilerlemeye başlıyoruz.
İlerledikçe yola yılan, geyik ve şeklen karıncayiyene benzeyen daha sonra adının pizote olduğunu öğrendiğimiz hayvanların çıkabileceğini gösteren tabelalarla karşılaştık. Bir süre sonra “jaguar çıkabilir” diye bir tabela gördüm. Birden uykum açıldı! Guatemala’da seyahat ederken sık sık buranın yerel benzin istasyonları Puma ve Jaguar’ı görüp kıs kıs gülüyordum. Egzantrik isimler seçmek için zorlamışlar kendilerini diye... Meğer bunların jaguarı bizim Van kedisi gibiymiş! Neyse ki yanımızda tecrübeli bir rehberimiz var. Hayvan haşarattan bizleri koruyacağına olan inancımızla yolumuza devam ediyoruz.
Sabah beş sularında ulusal parka girdik. Girişte küçük bir kafe yapmışlar; üç buçuk saatlik turumuza başlamadan önce güzel bir kahvaltı yapma fırsatımız oldu. Mayaların bütün fiziksel özelliklerini taşıyan kısa boylu, esmer, tıknaz, Cesar isimli rehberimiz yirmi yıldır bu işi yapıyormuş. Aksanından da anladığımız kadarıyla uzun yıllar ABD’de yaşamış. İşini çok severek yaptığı ve geçmişlerinden büyük gurur duyduğu her halinden anlaşılan Cesar bizi karşılar karşılamaz coşkuyla anlatmaya başlıyor Maya medeniyetini. Tarzı hoşumuza gidiyor ama her beş dakikada bir Amerika’da kullanmaya alıştığını düşündüğümüz “tremendous man!” (muhteşemem adamım!) lafını kullandıkça birbirimize kaçamak bakışlar atıp, kıkırdıyoruz. Öyle ki gezi sonrasında “tremendous maaaan!” lafı ağzımıza dolanıyor.
Cesar’ın söylediğine göre en büyük Maya şehir devletlerinden biri olan Tikal’i içine alan yağmur ormanları, yani Peten bölgesi 34 bin kilometrekareyi aşan bir alana sahip. Bir o kadarlık alan daha kuzeyde Meksika ve doğuda Belize ormanlarıyla birleşiyor. Uçsuz bucaksız ormanlar....
Tikal, diğer Maya kentleri gibi yüzyıllar boyunca ormanın içinde saklı kalmış. Şehirlerin neden terk edildiği ve bu medeniyetin zamanla neden yok olduğu hala tam olarak bilinmiyor. Kıtlık ve salgın hastalıklar yüzünden insanların şehri terk etmek zorunda kaldıkları söyleniyor. İspanyollar 500 yıl kadar önce buraya geldiklerinde bu şehir kentlerin neredeyse tamamı yağmur ormanlarının altındaymış zaten. Zaman zaman ormana girdiklerinde köylüler, Maya’ların zamanında kurban ettikleri insan ve çocuk iskeletleriyle medeniyetin ihtişamlı günlerinden kalan yeşim (jade) taşları ve mücevher parçalarını buluyorlarmış. Ama ormanın derinliklerine girmekten korktuklarından, yüzyıllarca piramitlerin ve diğer harabelerin bulunduğu bölgelere kadar gitmeye cesaret edememişler.  
Cesar yalnızca Maya’ların nasıl yaşadığı ve bu piramitleri nasıl inşa ettiğini değil, yağmur ormanlarını ve burada yaşayan canlıları da anlatıyor bize. Ulusal parkın girişinde buraya gelirken otobandaki tabelalalarda da gördüğümüz pizote’ler bizi karşılıyor. Garip görünüşlü hayvanlar. Sincap gibi ama uzun burunlu. Çok sevimli bulduğumu söyleyemeyeceğim. Ayrıca tüyleri muhteşem renklerle bezeli tavuskuşları da yaşıyor burada. Mayalar kendilerini yeşim taşları ve tavuskuşu tüyleriyle süslemeyi çok severlermiş. Ormanın içlerine doğru ilerlerken Cesar bir anda durup bakın bakın diye ulu ağaçların tepelerini gösteriyor. Önce tam olarak ne olduğunu seçemiyorum, yalnızca parlak küçük bir turkuaz renk seçiliyor dalların arasından. Sinek kuşlarıymış bunlar... Gerçekten yeşil ağaçların arasında Avatar’dan çıkmış mavi yaratıklar gibi gözüküyorlar. Bir de ormanda Scarlet Macaw dedikleri çeşitli renklerde papağanlar var. Evcil hayvan olarak beslemek üzere bu hayvanları yakaladıklarından ormanda artık nesilleri tükeniyormuş. Az sayıdaki papağanlardan bazılarını görme şansımız oluyor. Aslında ormanda kuşlardan ve pizotelerden fazla örümcek maymunlarını görüyoruz. Örümcek maymunlarının upuzun kuyrukları var. Siyah ve küçük maymunlar... kendilerini kuyruklarından dallara asıp sağa sola uzanıp yiyecek topluyorlar. Gerçekten görülmeye değer. Maymunları izlerken babamın vahşi hayvanlarla ilgili belgeselleri nasıl da ilgiyle izlediğini düşünüp kulaklarını çınlatıyorum. Hayvanlarla ilgili belgesellere televizyonda rastlayınca çok ilgi göstermeyen ben bile burada ağzım açık izliyorum bu değişik yaratıkları. Eminim babam burada olsa “bak bak bak, nasıl atlıyor hayvan” derdi... Keşke yanımda doğru düzgün bir video kayıt cihazım olsaydı diye düşünüyorum. Neyse ki karşımıza jaguar falan çıkmıyor.
Yalnızca hayvanlar değil, hayatımda görmediğim bitkiler, çiçekler ve ağaçlar görüyorum. Ağaçlardan özellikle bir tanesi çok önemli. İnanılmaz yüksek, beyaz gövdeli, büyük üçgen sehpaları andıran kökleri, birbirinden oldukça ayrık uzanan kırmızı yapraklı dallarıyla Guatemalalıların ulusal ağaç olarak kabul ettikler hayat ağacı; arbol de vida. Öylesine devasa ki muhteşem su altı kameramın kadrajına sığmıyor. 

Ormana girip patika yollardan yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra ilk kalıntılarla karşılaşıyoruz. Fotoğraflarda gördüğüm piramitlerin yanında bu epeyce küçümen. Ama diğerleri gibi dimdik bir sırt duvarı, ön cephesinde yere meyille inen dik, dar merdivenleri var. Yapının önünde büyük mezar taşlarını anımsatan büyük kayalardan oyulmuş yapılar var. Bu taşlarda insan kurban ediyormuş Mayalar. Cesar burada yine heyecanla anlatmaya başlıyor: “Mayalar astrolojide ve mimaride çok ileri bir medeniyetti. Piramitleri oluşturan bu taşları bugün sokaklarda gördüğünüz yerli insanlarımız gibi küçük küçük parçalar halinde başlarının üzerinde, sırtlarında taşımışlar buraya. Piramitlerin önünde gördüğünüz merdivenler 365 tane, yılın günlerini gösteriyor. Mayalar bir yılı 20 günden oluşan 18 aya bölmüşler. Gökyüzüne bakıp, ayın konumunu takip edip bir ay için 20 günde karar kılmışlar. 360 güne de kendilerinden bir 5 gün eklemişler. Onlar için bu 5 gün dinlenme, tanrılarla buluşma, onların katına çıkmayı sembolize ediyor. Piramitleri de yıldızların konumuna göre inşa etmişler. Mayaların pek çok tanrısı vardı. Giysi tanrıları bile varmış!... Tremendous maaan!
Ama işte astrolojide ne kadar ileri olsalar da, günümüzdekine çok benzer bir takvimleri, mimari bilgileri, karmaşık ve kendilerine özgü bir yazı dillleri, edebiyatları olsa da en nihayetinde ilkel insanlardı bunlar... Tanrılar için çoluk çocuk demeden kurban kesiyorlardı bu piramitlerin tepelerinde. Yazıtlardan anladığımız kadarıyla Mayalar bu ormanlık arazideki otlardan şerbetler yapıp, şamanik ayinler yapıyorlardı. Birçoğu uyuştucusu etkisi yapan otlarla kafayı bulup transa geçtikleri düşünülüyor. Kurbanlara da içiriyorlardı bunları... Tremendous maaan! Ama diyorum ya ilkel insanlardı bunlar. Maya takvimi elimizdeki bugünkü bilgilerle 2012’de sona erdiğinden bildiğiniz gibi tüm dünyada, 2012’de kıyametin geleceği, Mayaların bizlerin bilmediği bir evrensel gerçeği bildiğini iddia eden bir sürü insan var. Buna gönülden inanan insanlar buraya gelip ayinler düzenliyorlar. Hey adamım, gülüyorum buna! 22 Aralık 2012’de dünya hala dönmeye devam edecek, bana güvenin, inanmayın bunlara! Nasıl inanıyorlar böyle şeylere anlamıyorum.... Tremendous maaan!!”
Bu son sözlerle “ohh rahatladık” diyoruz. Kıyamet falan gelmiyormuş 2012’de, rahat rahat uyuyabiliriz artık!

Ormandaki yürüyüşümüz saatlerce devam ediyor. Piramitlerin boyutları büyüdükçe büyüyor. Burası sanki efsunlu bir yer... Kuşların ve maymunların sesleri, ulu ağaçların, sarmaşıkların arasından kendilerini yavaşça, yaklaştıkça gösteren piramitlerin heybetleri beni büyülüyor. Cahil cahil konuşmak istemiyorum ama, yıllar evvel Mısır’da piramitleri gördüğümde “Evet çok büyük ve ihtişamlılar, ama ne kadar da çıplak ve çirkin görünüyorlar” diye düşünmüştüm. Belki de çölde, boşluğun ortasında kelaynak gibi durdukları için... Buradaki piramitler Mısır’dakilerin yanında çok daha ufak. Ama yağmur ormanlarının içinde öyle gizemli duruyorlar ki, insan kendini bir Indiana Jones filminde hissediyor. Sanki tepelerine tırmanıp odaların içine girdiğimizde hazine bulacakmışız gibi... Çok etkileniyorum! Burada saatlerce, günlerce kalmak mümkün. İnsan karşılarında kamp yapıp bu muhteşem yapılara uzun uzun bakmak istiyor. 


Geçmişte piramitlere tırmanırken düşen iki turist hayatını kaybedince, yüksek  olanların merdivenlerinden çıkmayı yasaklamışlar. Onun yerine tırmanmak için yanlarına ahşaptan iskeleler inşaa edilmiş. Bu merdivenlere bile tırmanmak çok zor. Yükseklik korkusu olanlar denemeye kalkmıyorlar bile. Ama buraya kadar gelmişken tırmanmadan durulur mu? Ya Allah deyip tırmanışa geçiyoruz. Merdivenleri çıkarken trabzanlara sıkı sıkı tutunup aşağıya bakmaya kalkıyorum, başım dönüyor... Ama tepeye vardığımda gördüğüm manzara karşısında bir kez daha büyüleniyorum, iyi ki korkup aşağıda kalmamışım diyorum. Karşımda ormandan bir okyanus var. Alabildiğine yeşillik, arada yüksek piramitlerin tepeleri ve hayat ağaçlarının kırmızı yaprakları kendini gösteriyor. Yarım saat aşağı inmiyoruz. Masmavi gökyüzüne, ufka ve yeşil denize bakıyoruz  uzun uzun.   
            

2 yorum:

  1. ohhh sonunda kavuştuk yazılarına! :)

    YanıtlaSil
  2. Hey adamım, yine döktürmüşsün ! Geleceğim, göreceğim ve sanırım fethedileceğim oralarda. Yemin ettim; yapacağım. Yeşil tuttum, bir Allah! Ahanda buraya yazıyorum. (Hırs, hırs, hırs)

    YanıtlaSil