20 Ocak 2011 Perşembe

Yağmur ormanlarından önce son durak: Flores


Antigua’dan ülkenin kuzeyindeki Peten eyaletine varmak için yaklaşık on saatlik bir otobüs yolculuğu yapmamız gerekti. Koltukları yatak olabilen iki katlı otobüsümüzle öyle rahat seyahat ettik ki biz bile şaşırdık. Buralarda ‘rahat’ yolculuk yapmak neredeyse imkansız çünkü... İşte, küçük mutluluklar bazen karşımıza çıkabiliyor. Bunca yola katlanmamızın nedeni Maya piramitlerini ziyaret etmekti. Yaklaşık iki aydır buradayım, ha gittik ha gideceğiz derken sonunda piramit ziyaretini Sascha’nın bizden ayrılacağı haftasonuna denk getiriyoruz.
Peten eyaleti Guatemala’nın Meksika sınırında, ülkenin üçte birini kaplıyor. Alabildiğine yağmur ormanı... Doğuda Belize, kuzeyde ise Meksika’nın ormanlarıyla birleşiyor. Maya medeniyetinin izlerine aslında ülkenin her yerinde rastlamak mümkün. Ama Peten geçmişte en büyük Maya şehir devletlerinden biri olan Tikal’e ev sahipliği yapıyormuş. Bu nedenle hem arkeologlar hem de tarih meraklıları için çok önemli bir yeri var. Maya medeniyeti kalıntıları Meksika’nın güneyindeki Yucatan’da da oldukça büyük ama Tikal için bu muazzam kültürün mabedi demek yanlış olmaz.
Yağmur ormanlarına girmeden önce medeniyetin olduğu son yerleşim yeri Peten Itza gölü ve çevresi. Bu gölün ortasındaki Flores adasında, Los Amigos isimli bir hostelde konaklıyoruz. Flores öylesine küçük bir ada ki etrafını yirmi dakikada dolaşmak mümkün. Adayı kıyıya bağlayan bir iki kilometrelik bir köprü bulunuyor. Suya uzanan daracık taşlık yolları, rengarenk tek katlı evleri ve adanın mimari dokusuyla aslında hiç örtüşmeyen kasabanın ortasındaki devasa katedrali ile Flores, Venedik’in minik adalarını anımsatıyor bana. Biraz daha gelişmemişi diyelim...
                                                                  Los Amigos

Cuma günü Flores’e vardığımızda katedralin baktığı büyük meydanda yine bir şenlik vardı. Yine diyorum zira bu ülkede neredeyse her hafta bir karnaval, bir şenlik var. Hostelin sahiplerine “Hangi azizin doğumu kutlanıyor?” diye sorduğumda, “Bu biz aziz günü değil, Kara İsa’yı kutluyorlar” cevabını alıyorum. Kara İsa mı? O da ne? İspanyollar burayı ilk işgal ettiklerinde misyonerler, adanın ortasındaki büyük katedrali inşaa edip, içine de tahtadan bir İsa heykeli dikmişler. Buradaki nem oranının yüksekliğinden ahşap heykel kısa sürede kararmaya başlamış. Bu garibim Mayalar da İsa’nın kendileriyle aynı renge döndüğüne inanıp kitleler halinde hıristiyanlığa geçmeye başlamışlar. Flores yerlileri İsa heykelinin kararmaya başladığı bu haftayı her yıl Kara İsa haftası olarak kutluyorlar. Kutlamalar boyunca her zamanki gibi fişekler atılıyor; sabahlara kadar şarkılar söyleniyor.    
Bu gürültüde hostelde kalıp dinlenemeyeceğimizi anlıyoruz. Gölün karşı kıyısında San Miguel kasabasının tepelerinde ufak bir ören yeri ve nefis bir manzara olduğunu öğrenince kendimizi dışarı atıyoruz. Gölün her yanında seyreden buraya has kano benzeri uzun ince, üzerleri tente ile örtülü rengarenk  teknelerden birine atlayıp karşı kıyıya doğru yol alıyoruz. Peten Itza cam göbeği rengi, etrafını çevreleyen palmiye ağaçları, minik plajları, ile bugüne dek gördüğüm en berrak, en renkli, en güzel göl. Teknemizin motoru pek kuvvetli değil; kısacık mesafeyi ağır ağır alıyoruz. Göl öylesine sessiz ve sakin ki bu yavaşlık hoşumuza gidiyor. Kuş sesleri bize eşlik ederken damları palmiye yapraklarıyla örtülü, önlerinde geniş verandalar ve kayıklar olan kyıdaki ahşap evleri seyre dalıyoruz.
                                           San Miguel kasabasından tepelere doğru
San Miguel’e varınca tepeye doğru tırmanmaya başladık. Köylülerin tarifiyle ‘mirador’a doğru ilerledikçe bir ormanın içinde buluyoruz kendimizi. Birkaç küçük tabela önümüze çıkıyor ama doğru düzgün yol gösteren bir işaret yok. Bir süre sonra yolumuzu şaştığımızı anlıyoruz. “Burada kaybolup da ormandan çıkamazsak bizden bizden ne güzel ‘tehlikeli yolculuklar’ belgeseli olur diyerek gülüşüyoruz. Epey yürüdükten sonra önümüze üzerinde Maya hiyerogliflerinin olduğu küçük kayalar çıkıyor ama daha büyük bir ören yerine rastlamıyoruz. Bir sonraki tabela “Arbol de Amoré yani “Aşk Ağacı”nı işaret ediyor. Madem kalıntıları bulamıyoruz o halde aşk ağacına yürüyelim deyip daha da kayboluyoruz. İki saatlik yürüyüşün ardından kan ter içinde kaldık. Burası böyle yoruyorsa bizi yağmur ormanlarında ne yapacağız diye kara kara düşünüyoruz. Sascha sonunda isyan bayrağını açıp “kendimizi kıyıya, bir plaja atalım” diyor. Uzakta ağaçların arasında gölü görünce suya soğru hızla koşmaya başladık. Bir çiti aşıp kıyıdaki çocuklara doğru koşar adım yürüyoruz. Sonra kucağında bir bebekle anneleri, onun yanında da iki sevimli köpek beliriyor. Dünyaya düşmüş uzaylılar gibi onları dostça selamlayıp, “Merhaba! Yolumuzu kaybettik de, buradan göle girelim dedik” dememize kalmıyor kadın yanındaki iki köpeği üzerimize salıveriyor. “Ay çok tatlı köpekleeer..” derken bir anda sohbetimizin rengi değişmeye başladı. “Bize doğru mu koşuyor bunlar?” ... “Yok canım..!”.. “Sascha koşma bence, sakince yerinde dur!”... “Arkama saklan da beni ısırsın di miii!” Biz udak adımlarla geri geri yürürken köpekler son hızla üzerimize atladı. Kalbim yerinden çıkacak sandım! Sen misin milletin özel arazisine giren. Neyse ki bizi paralamadılar; biraz tartaklandık, koklandık, sonra azad edildik. Ormanın içine, ardımıza bakmadan gerisin geriye hızla kaçtık.
                                            Aşk Ağacı'nda meşk ediyoruz
 
Ormanda yolumuza devam ettikçe kocamn bir yuvarlak yaptığımızı ve bailadığımız noktaya döndüğümüzü anlıyoruz. Köyden aşağı doğru inip ilk tekneye atlıyor ve “Bizi en yakın plaja götür” diyoruz.  İleride on dakikalık bir mesafede küçük bir plaja getirdi bizi kaptan. “Playita...” dedi. Kum falan yok burada, çakıl taşları ve yemyeşil çimenler... Arkada palmiye ağaçları ile başlayan bir orman var. Plajın ortasında göle uzanan ahşap küçük bir iskelenin üzerinde bizimle aynı yerde kalan iki İsveçli kızı görüyoruz. Onlardan başka plajda kimseler yok. İlk kez bir gölde yüzüyorum, turkuaz renkli sularda, balıklarla yüzüyor ve müthiş keyif alıyorum. İlk günümüzü böylece plajda sessizliği dinleyerek ve tembellik yaparak geçiriyoruz. Ertesi sabah saat dört buçukta, Tikal’e, yağmur ormanlarına doğru yol alacağız.     

2 yorum:

  1. Soğuk, puslu, yağmurlu bir günde içimizde güneş açıyor sayende :) Aşk ağacının türbe, yatır vs. gibi bir misyonu da var mıydı merak ediyorum? Eğer öyleyse herhangi bir talepte bulunuldu mu? Teşekkür ederim.:)

    YanıtlaSil
  2. Vallahi kuşum bak şimdi sen sorunca uyandım. Keşke bir bez falan bağlayaydım ağaca, hem bizim adetleri de tanıtmış olurdum burada:)

    YanıtlaSil