5 Aralık 2010 Pazar

Antigua’da ilk gün: "Disfruta cada dia de tu vida!"

                                          Volcan de Fuego

Heyecan maalesef henüz İstanbul’dayken, havaalanına vardığım anda başladı. Maalesef diyorum, zira sabahın beşinde, beni önce Madrid’e daha sonra Guatemala City (Guate)’ye götürecek olan uçağın iptal olduğunu öğrendim... Hayatımın yolculuğuna çıkacağım gün, İspanyol havaalanı çalışanlarının genel  greve gidecekleri tutmuş ve ülkedeki tüm hava trafiği durmuş! Az kalsın sinirimden ağlayacaktım... Anlık bir şoktan sonra çabuk toparlandım; Iberia görevlilerinin başına ekşiyerek bana yeni bir rota çizmeleri için ısrar ettim. Uçuşumu yeniden organize ettiler ve Türk Havayolları ile Düsseldorf’a, oradan Lufthansa ile Miami’ye, Miami’den de American Airlines ile Guate’ye gelmek durumunda kaldım. Amerika’da aktarma yapmanın ve suratsız yer görevlilerine dert anlatmaya çalışmanın dışında, aslında yolculuk rahat geçti.  On beş saatin ardından azimle Guate’ye vardım.
Beni alandan almaya gelen Maximo çalışanı ile küçük bir minibüse atlayıp Antigua’ya doğru yola koyulduk. Buranın saatiyle akşam sekizi geçiyordu ve karanlıkta tek görebildiğim şehrin parlayan ışıklarıydı. Başkent Guate’de 5 milyona yakın insan yaşıyor ve ülkenin en kalabalık şehri. Yine de İstanbul ile karşılaştırıldığında yollar ıssız sayılır. Şehir dışına yöneldik ve yolumuz dağlara doğru kıvrıldı. Yollarda aydınlatma yok ama karanlıkta arabanın farlarıyla bile etrafın yemyeşil olduğunu seçebiliyor insan. İlerlerken önümüzde, kapılarından sarkan yolcularıyla  dağlık yolu zorla tırmanan buraya özgü Chicken Bus’lar yani Tavuk Otobüsleri gidiyordu. Bizim dolmuş ve minibüslerin 10 kat daha kalabalık halini düşünün... Yerliler bunlara hayvanlarıyla birlikte bindiklerinden tavuk otobüsü diyorlar. Bu rengarenk otobüsler üzerlerindeki işlemelerle çok neşeli görünüyor, ama içinde seyahat etmeye çalışmak çok zor olmalı...
Antigua’ya yaklaşınca şehri çevreleyen üç büyük volkan gece karanlığında bile fark ediliyor: Fuego, Agua ve Acatenango.  Üçü de çok ulu görünüyorlar. Şehrin kuzeyindeki volkan Fuego, tepesindeki dumanla diğerlerinden hemen ayrılıyor. Fuego, Türkçe adıyla Ateş volkanı, adından da anlaşılacağı gibi hala aktif. Birkaç kilometre yaklaşınca gece tepesinde parlayan lavların görülebildiğini söylediler. Ömrümde ilk kez volkan görüyorum, annem duymasın ama biraz da tırsıyorum. Ama öyle minik minik akıyormuş lav, şehirden de göründüğünden daha uzakmış, yüksekliği de 4 bin metreye yakınmış.:)
Şehre gece vardığım için önce nerede olduğumu pek anlayamadım. Yalnızca yan yana tek katlı evler, evlerin yüksek duvarlarından sarkan yeşillikler seçiliyordu. Evler rengarenk, yeşil, kırmızı, mavi, sarı... Bu şehir ve evler, Guatemala bir İspanyol kolonisi olduğu dönemde inşa edilmiş. Birkaç kez depremden zarar görmüşler ama çoğu olduğu gibi korunmuş. Burada yollarda asfalt yok.  Hep arnavut kaldırımı, arabalar zorla ilerliyor. Biraz daha ilerleyince önlerinde çokça araba ve insanın durduğu restoranları gördük. Cumartesi gecesi olduğundan millet sokaktaymış. Minibüsü kullanan arkadaş “Burası çok fakir bir yer, ama eğlenceden asla ödün verilmez” dedi. Cumartesi gecesi eğlencesini kaçırdığım için biraz dertlendim, ama yorgunluk ve uykusuzluktan da gözlerim kapanıyordu. Kalacağım eve vardığımızda saat dokuz buçuk olmuştu.
Evim, diğer Antigua evleri gibi koloni döneminden kalma. Kırmızı duvarları ve kocaman demir bir kapısı var. Ev sahibim Señora Elda Maritza de Hernandez  (biz ona Mari diyoruz) bizi kapıda karşıladı. Yanağımdan öpüp daha eve girmeden hızlı hızlı konuşmaya başladı: “Ah bebeğim! Çok uzak yollardan geldin değil mi? Çok yorulmuşsundur sen şimdi, bir şey yer misin, aç mısın, bir şey içer misin?”
Ben, “Yok, yok uçakta çok yedim zaten, bir kahve içebilirim yalnızca” deyince, İspanyolca konuşabildiğim için bir çığlık attı ve yeniden motor hızıyla konuşmaya başladı. Buraya gelen yabancıların çoğunun İspanyolca bilmediğini, benim konuşmama çok sevindiğini söyledi. 


Nihayet eve girebildik... Girişte garaj gibi, iki arabanın durduğu bir bölüm var. Sanırım geçmişte burada atlar barınıyormuş. Şimdi yarı garaj, yarı çamaşırhane olarak kullanılıyor. Tepesinde kocaman bir haç, yan duvarında ise yine kocaman bir İsa resmi asılı. Bu bölüm kocaman dikdörtgen bir avluya açılıyor. Avlunun tepesi yarı açık, yıldızlar görünüyor. Çatıyı birkaç ahşap sütun tutuyor. Tavandan yere kadar uzayan sarmaşıklar, askılı saksılardan sarkan çiçekler var. Açık çatıya enlemesine yerleştirilmiş ahşap kirişlere elbise askıları ve çamaşırlar asılmış. Bembeyaz çamaşırlar duvarlarla ahenk içinde, sanki evi süslemek için asılmışlar gibi duruyor. Avlunun ortasındaki küçük eski bir havuzun yanında bir Meryem Ana heykelciği ellerini açmış. Avluya bakan 8-9 tane ahşap kapı ve minik ahşap çerçeveli pencereler, Noel yaklaştığından küçük ışıklı lambalar ve çiçeklerle süslenmiş. İçerideki garip kokuya rağmen –tam olarak tanımlayamıyorum, gübre ile çiçek kokusu arasında birşey- evi görür görmez aşık oldum!  Dikdörtgenin kısa kenarındaki odalardan biri benim odam. Ahşap geniş bir yatağım, yatağın tepesinde kitapların olduğu üçlü bir raf, pencerenin dibinde avluya bakan bir çalışma masam, çekince kapakları elinde kalacakmış hissi yaratan eski aynalı bir dolabım var. Odanın duvarlarında volkan Fuego ve Antigua’nın bir suluboya resmi ve sonradan Mari’nin torunu olduğunu anladığım bir oğlan çocuğunun fotoğrafları asılı. Bir de benden önce burada kalan gönüllülerden birinin yaptığını düşündüğüm bezden bir pankart... Üzerinde şöyle yazıyor: “Disfruta cada dia de tu vida”- “Hayatının her gününün tadını çıkart”. Yazıyı okuyunca neşeleniyorum, odaya her girip çıktığımda bakıyorum.

Çantalarımı bıraktıktan sonra meşhur Guatemala kahvesinden ilk yudumlarımı almak üzere yeniden avluya, Mari’nin yanına çıktım. Mari evde kalan diğer kişileri uyandırmamak için sessizce evi gezdirdi. Odamın solunda içerlek bölümde bir altar var. Haçlar, İsa ve Meryem Ana resimleri her yerde. Avluya bakan yarı açık odalardan biri yemek odası ve tabi ki yemek masasına bakan duvarda İsa’nın Son Yemeği tablosu asılıJ Kocaman bir mutfak, yine avluya bakan büyük bir mangal var. Tuvalet ve banyolar ortak kullanılıyor.
Mari burada sürekli yaşayan 50’li yaşlarda Amerikalı bir bayan olduğunu, sosyal hizmetler görevlisi olarak çalıştığını söylüyor. Konuşma ilerledikçe anlıyorum ki yan komşum bir misyoner! İspanyolca öğrenmek için buraya gelmiş olan diğer bir Amerikalı kadının odasını gösteriyor ve “Yarın seninle birlikte çalışacak 3 gönüllü daha gelecek” diyor. Esnemekten kahvemi bitiremiyorum ve izin isteyip yatağıma kıvrılıyorum.      

  

11 yorum:

  1. “Disfruta cada dia de tu vida”
    Orada geçireceğin güzel günlerin işareti :)

    YanıtlaSil
  2. Ewet Belizim, çok güçlü bir işaret bu benecede. Hergün hatırlayacağım! "Disfruta cada dia de tu vida!" :)

    YanıtlaSil
  3. Ne güzel yazmisin.
    Orda senle gibiyiz.

    YanıtlaSil
  4. Canlar, ilk iki gun boyunca oyle bir yorgundum ki dogru duzgun yazamadim. Daha anlatacak çok şey var! Bugün eğitimden sonra yeniden yazacağım, mil besos!

    YanıtlaSil
  5. Ah canım, yazamamışsın belki diyordum ama yazabilmişsin. Merakla bekliyorum günlerini La Turca en Guatemala:-)

    YanıtlaSil
  6. Bu arada evin avlusu mudur nedir? Ne kadar güzel görünüyor, insanın içi açılır yahu:-)

    YanıtlaSil
  7. daha ilk gunden ne egitimi, birakin biraz dinleniim diyemedin mi kadin.. :)

    YanıtlaSil
  8. Beliz'cim ne güzel anlatmışsın ne güzel

    YanıtlaSil
  9. Carpe diem'in latin diyarları versiyonları karşılamış seni, cuk olmuş sana da

    YanıtlaSil
  10. latin amerika icin avrupadan en uygun ucus kombinasyonlari ABD üzerinden ama maalesef transit vizesi gerekiyor mu? ya da sizin ABD vizeniz var miydi?
    iyi sanslar diliyorum size oralarda.

    YanıtlaSil
  11. Coco selam, yorumunu yeni görüyorum. Iberia ile daha kolay, ama ben grev nedeniyle ABD üzerinden geldim. Amerika transit geçişler için de vize istiyor, bilgin olsun. Dostlukla!

    YanıtlaSil