15 Aralık 2010 Çarşamba

Evimizin içinde müzik



Madem çocuklar konusu sizi bu kadar hüzünlendirdi, biraz da eğlenceden bahsedelim. Buradaki ilk haftasonum Antigua’yı tanımaya çalışmakla geçti. Cumartesi günü tüm sokakları karış karış yürüdüm. Ayaklarıma kara sular indi. Antigua için Guatemala’nın hayal şehri demek mümkün. Nüfusu sadece 25 bin, kolonyal bir şehir olduğu için koruma altında ve yabancıların gözdesi. Çoğunluk benim gibi gönüllü çalışmak üzere ya da İspanyolca öğrenmek için buraya gelmiş. Hükümet bu şehrin ve burada yaşayanların korunmasına ayrı bir özen gösteriyor. Fakirliğin ve suç oranının çok yüksek olduğu ülkede en sakin kent burası. Bu nedenle adeta yabancıların üssü haline gelmiş. Şehirden 10 dakika mesafede bir köye gittiğinizde ise ülke gerçeklerini en çıplak haliyle görüyorsunuz. Çıplak ayak yürüyen köylüler, çöplerde uyuyan insanlar... Pardon, sizleri hüzünlendirecek konulardan bahsetmeyecektim... Konumuza geri dönelim...  Her haftasonu, başkent Guate’den kahvaltıya, yemeğe, ya da gece eğlencesine gelenler nedeniyle şehrin nüfusu artıyor. Gerçekten de sokaklar arabalar ve insanlarla dopdolu. Burada Türkçe dışında her dili duymak mümkün.  


Antigua’da ilk haftasonum Santa Maria del Guadalupe kutlamalarıyla geçti. Hazırlıklar daha Cuma gününden başlıyor.  Tüm çocukları geleneksel Maya kıyafetleriyle giydirip La Merced kilisesinin önündeki pazar yerine götürüyorlar. Kilisede çocukların katıldığı kısa bir ayin yapılıyor; ardından pazar yerindeki yiyeceklere ve oyuncaklara  dalıyorlar. Kilise önünde sürekli buranın geleneksel çalgısı Marimba’yı çalan bir orkestra da var. Tüm gün boyunca müzik eşliğinde yenilip içiliyor. Burada çocukların en büyük eğlencesi, çatapat ya da -umarım doğru ismi kullanıyorumdur- kız kaçıran patlatmak. Akşam havai fişek patlatan büyüklerini taklit ediyorlar.
Cumartesi günü tüm şehri turladıktan, her metruk binaya, her kiliseye, her çarşıya girdikten ve bitap düştükten sonra eve döndük. Akşam yemeğimizi yerken dışarıdan, evin önünden bazı patırtılar geldiğini duyduk. Mari tüm haftasonu boyunca bizim sokakta kutlamalar yapılacağını, tüm mahallenin davetli olduğunu söyledi. Cumartesi akşamı gece ikiye kadar, Pazar günü de akşam ona kadar sürecekmiş. Mari her zamanki inceliğiyle “Lütfen kusura bakmayın, bu haftasonu çok gürültülü olacak. Ama yalnızca iki gün için” diyor.
Karşı komşusu bir hükümet görevlisiymiş, karısı da gümrükte yönetici olarak çalışıyormuş. Mari’nin söylediğine göre pek zenginlermiş. Bizim sokağın kirinden tozundan burada zengin birilerinin oturabileceğini idrak etmekte zorlanıyorum. Bu komşular ne kadar dindar ve hayırsever olduklarını göstermek için belediyeden izin alıp sokağı trafiğe kapattırmışlar. Cumartesi akşamı için bir DJ kiralanmış ve tüm mahalle eğlenceye davet edilmiş. Daha akşam yemeğimizi bitirmeden camları titreten müziği duyuyoruz. Tekno ve regeton karışımı şarkılar kocaman hoparlörlerden sokağa yayılıyor. Ses giderek yükseliyor, yükseliyor. Artık evde birbirimizi duyamaz hale geliyoruz. Arkadaşlarla kendimizi dışarıya, uzakta bir yerlere atmaya karar veriyoruz. Kapının önüne çıktığımızda gördüğümüz insan seli bizi dehşete düşürüyor. Gecemizi şehirdeki az sayıda gece kulübünü ve barı yoklamakla geçiriyoruz. Ama hiçbiri içimize sinmiyor. Hem hangisinin emniyetli olacağını bilmiyoruz, hem de bizim anladığımız türden bir bar bulamıyoruz. Burada genelde barlar restoran biçiminde, akşam yemeğinden sonra ya masaların yanında ayakta dikiliyorlar ya da kenardaki küçük barın etrafında toplanıyorlar. Eve doğru dönüşe geçtiğimizde La Merced yakınlarında bir avlu görüyoruz. İçeriden Latin ezgileri geliyor. Kafamızı uzatıp bakınca görüyoruz ki içerisi oldukça sakin. Hoşumuza gidiyor, birer bira alıp avluda oturuyoruz.  Avluda yanımızda oturan iki Japonla sohbet başlıyor. Bir anda ne kadar enternasyonel bir grup olduğumuzun farkına varıp gülüşüyoruz. İki Japon, bir Çin asıllı Kanadalı, Bir Avustralyalı, bir Amerikalı ve bir Türk.
Japonlardan biri Türk lafını duyunca sadece o millete özgü olduğunu düşündüğüm “oooo” nidasıyla gözlerini açıyor ve “Daha dün bir Türk filmi izledim ben!” diyor.
Aslında Meksika’da psikoloji eğitimi alıyormuş, ama sinemaya çok meraklıymış. “Ne izledin?” diyorum, anlatmaya çalışıyor. Bu arada, bir Japon ve bir Türk’ün İspanyolca anlaşmaya çalışmasının ne kadar komik olduğunu bilmem anlatmama gerek var mı...  Büyük mücadelelerden sonra anlıyorum ki Fatih Akın’ın Duvara Karşı’sını izlemiş. “Çok etkilendim, Türk sineması hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bunun gibi başka filmler var mı? Bana ne önerirsin?” diye soruyor. Ben anlattıkça o da isimleri ezberlemeye çalışıyor. Sonra konu dönüp dolaşıp Türkçe ve Japoncanın lingustik olarak birbirine nasıl benzediğine geliyor. Onca laftan sonra, ismini soruyorum. “Yo Si” diyor. Ve katıla katıla gülmeye başlıyor. Tamam, biz anlamadığımızdan Japon isimlerine çok gülüyor olabiliriz ama kendi ismine niye bu kadar gülüyor diye düşünüyorum. Şaşkınlığımı görünce önce kendini gösterip “Yo Si” (İspanyolca Ben, Evet), sonra beni işaret edip “Tu No (İspanyolca Sen, Hayır) diyor. İsmiyle dalga geçtiğini idrak edince kopuyorum; gülmekten gözlerimden yaşlar geliyor. Yo Si’yle helalleşip evin yolunu tutuyoruz. Ama görüyoruz ki sokaktaki eğlence hala devam ediyor. Sabah üçe kadar gürültüden uyuyamıyoruz.
Ertesi gün haliyle tüm ev ahalisi sabaha muşmula gibi uyanıyor.  Judy, eşiyle uyku ilacı almalarına rağmen gece boyunca uyuyamadıklarını, kulağına soktuğu tıkaçlar işe yaramayınca taytlarından birini kafasına sardığını anlatıyor. Pazar akşamki eğlenceyi tedirginlikle beklemeye başlıyoruz. Anlıyoruz ki bu haftasonu uyku bize haram! Sokağa çıktığımızda görüyoruz ki tam bizim evin önüne kocaman bir sahne kuruluyor. Gündüz mümkün oldukça  dinlenmeye çalışıp akşamki kaderimizi bekliyoruz. 


Akşamüzerine doğru sokağımızda hareketlilik başlıyor; insanlar akın akın sokağa doluyor.  Önce sound check seslerini duyuyoruz. Akşam yemeğinden sonra odalarımıza çekilmek üzereyken müzik başlıyor. Ama o da ne?! Bu defa müthiş Latin müzikleri geliyor evimize. Öğrendiğimize göre çalan grubun ismi Rana (Kurbağa) imiş ve 80’lerde Guatemala’da çok ünlüymüşler. Karşı komşu sırf onları getirebilmek için 15 bin quetzal ödemiş. (Yaklaşık 1800 dolar) 

                                          Judy ve Ken camdan bakıyor:)

Odası evimizin ön tarafına bakan Sascha sesleniyor: “Koşun, buraya gelin!” Gittiğimizde sahnenin tam odanın önünde kurulmuş olduğunu görüyoruz. Sahnedeki grup adeta evimizin içine doğru şarkı söylüyor. Bütün ev odanın camına doğru yığılıyoruz. Bizlerin parmaklıklardan sarktığını gören grup üyeleri bize doğru dans etmeye,  el sallamaya başlıyorlar. Sonunda dayanamayıp pijamalarımızla sokağa çıkıyoruz. Judy bir süre camdan müziği dinledikten sonra geceliğiyle dışarı fırlayıp halkın arasına karışıyor. Sokaktakiler halimize çok gülüyorlar ama biz neşeyle dans ediyoruz.

                                          Üstte hırka altta pijama dans ediyoruz, önümüzdeki kalabalık ve sahne görünmemiş...
   

1 yorum:

  1. Ay, yine gözyaşları :) Gündüzleri yetimhanede yüreğin dağlana dağlana çocuklara şefkat göster, geceleri sokakta pijamayla danset. "Hayat işte"

    YanıtlaSil