29 Aralık 2010 Çarşamba

Atitlan 2: Guatemala grafittileri ve Maşimo’nun evi


Gezinin devamını yazmak için gelip favori mekanım Rainbow Cafe’ye oturdum, tam sipariş vereceğim, yine Türkçe duyuyorum! Baktım Fatma teyze karşı masada... Kısaca hoş beş ediyoruz, “Kızı bırakıyoruz artık burada, yarın dönüyoruz eve. O üç buçuk hafta daha kalacak” diyor. Bir hastanede gönüllü çalışması kabul edilmiş ama Fatma hanımın yüzünde endişeli bir ifade var. “Gittim baktım, çok sefil bir yer” diyor, “Ama artık buraları öğrendi, kendi başına idare eder diye düşünüyorum” diye ekliyor. “Tabi tabi, mutlaka” diyorum, kızı bana emanet etmesinden korkarak. Gezi sırasında öyle bir lafını etmişti de, anlamazdan gelmiştim. Demeyin ki ne hainsin, ne kötüsün... Gencecik kızın sorumluluğu alınır mı!? Neyse ki lafını etmedi, ben de yazımın başına dönebiliyorum.
Panajachel’den ilk durağımız olan San Juan’a ulaşabilmek için gölü boylu boyunca geçtik. Oldukça büyük bir göl burası, karşı yakayı güçlükle seçebiliyor insan. Tekne hızlandıkça üşümeye başlıyoruz, pencerelerden de içeri sular giriyor. Ama gölün manzarası gerçekten görülmeye değer. Tepede güneş giderek yükseliyor ve suyun mavisi pırıl pırıl parlıyor. Kaptanın söylediğine göre 300 küsür metreyle Orta Amerika’daki en derin gölmüş Atitlan. San Juan’a yaklaştıkça sazlıklar başlıyor, su durgunlaşıyor. Köyün minicik tahtadan bir iskelesi var. Sağına ve soluna bizim teknelerden yan yana onlarcası dizilmiş. Birinin yanına yanaşıp, sırayla iskeleye en yakın olanına doğru tekneleri enlemesine yürüyoruz. 


İskelenin sağında ve solunda iki küçük sanatevi görüyoruz. Çoğu Maya yerlilerinin yaşayışlarını anlatan resimlerle dolu. Bazı dükkanlarda da rengarenk el işleri, masa örtüleri, çantalar göze çarpıyor. İskelenin başında bizleri karşılamaya gelen köyün uyuz köpekleriyle birlikte oldukça dik bir tepeyi tırmanmaya başlıyoruz.  Guatemala’da sokaklarda dolaşırken hep dikkatimi çeken, reklam panoları ya da tabelalar yerine binaların duvarlarını kullanmaları olmuştu. San Juan’da da bu böyle, ama şehre göre daha renkli, daha canlı duvar resimleri var. Biz bu resimlere Guatemala grafittileri adını verdik. İki evden birinin duvarları resimlerle süslü, önce tek tek fotoğraflamaya başlıyoruz, sonra bakıyoruz ki sonu gelmiyor. Neredeyse köydeki tüm binaları fotoğraflamamız gerekecek. Bir yerden sonra bırakıyoruz. 


Tırmandığımız tepenin sonundan aşağı göle doğru bakınca harika bir manzara görüyorum. Soluma döndüğümde bembeyaz evinin verandasında oturmuş yaşlı bir amca dikkatimi çekiyor. Hareketsiz, hiç kımıldamadan sallanan sandalyesinde oturmuş manzaraya bakıyor dedeciğim. Adeta bir tablo gibi duruyor orada, öyle uzun uzun bakıyorum ki gözü bana takılıyor, el sallıyor. “Bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?” diyorum. “Elbette” dercesine başını sallıyor. İki poz alıyorum, sonra yeniden el sallayıp yoluma devam ediyorum. 


Önümüzde köyün minik minik evleri diziliyor, arkadaki tepede yukarıdan köye bakan bir haç görüyoruz. Her köyün böyle bir koruyucu haçı var tepelerinde. Beğendiğimiz duvar resimlerinin önüne uzun uzun fotoğraf çekiyoruz. O sırada üst sokaklardan birinden havai fişek sesleri geliyor. Yukarıda yarısı inşaat halinde bir kilise olduğunu görüp tırmanmaya devam ediyoruz. Vardığımızda anlıyoruz ki içeride bir düğün var. İçerideki kadınların hepsi başlarını dantel örtülerle örtmüş, gelin de damat da çok güzel, geleneksel giysilerini giymişler, rahibin karşısına oturmuşlar, konuşmasını dinliyorlar. Bu arada konuşmanın İspanyolca değil Maya dilinde olması dikkatimi çekiyor.  Kilisenin tavanına uzun beyaz tüller germişler, kadınların renkli dantel örtüleriyle çok şık görünüyor. Meraklı gözlerle içeri giriyoruz ama kendimizi birden düğündeki davetsiz misafirler gibi hissediyoruz. İçimizden bazılarımız “Foto çekmeyelim ya, artık ayıp olacak, insanların özel günleri” diyor. Çok aklım kalıyor içeride ama ancak kilisenin dış cephesini fotoğraflamakla yetiniyorum. 


Kaptanın bize verdiği süre dolduğunda aşağı doğru inişe geçiyoruz, ben dayanamayıp sahildeki sanatevlerinden birine dalıyorum. Küçük suluboya tablolar dikkatimi çekiyor, “20 quetzal” diyor dükkanın sahibi. Meğer bu küçükleri öğrencisi olan sekiz yaşında bir kız yapmış. “Ben birşey kazanmıyorum, okula gitmesi için destek oluyor bu para, ona veriyorum doğrudan” deyince dayanamayıp birer tane alıyoruz hepimiz. İskelenin yanındaki sazlıkta balık mı tuttuğunu yoksa otları mı temizlediğini anlamadığımız kayıktaki amcaya bakarak yeniden teknemize bindik. San Pedro’ya doğru yola koyulduk. Sahil şeridinde çok güzel ahşap evler gördük ama, tek tek ve birbirlerinden epey mesafeli duruyorlar. Anladığım kadarıyla buraya inzivaya gelen pek çok yabancı var, bu evleri de onlar yaptırmışlar. Kimilerinin kocaman terasları var, ağaçların ardında saklanmış gibi duruyorlar. Ama bu gölde yüzebiliyorlar mı emin değilim. Kaptan da pek çok köyden yüzülebildiğini fakat gölün epey pis olduğunu söylüyor. 








San Juan ve San Pedro köyleri birbirlerine çok yakın. Neredeyse on dakikada San Pedro’ya varıyoruz. Buranın iskelesini Kekova’daki köylerin iskelelerine benzetiyorum. Küçücük bir koy, sırasıyla kafeler ve pastaneler dizilmiş. Buranın tropikal meyvelerinden yapılan müthiş dondurmalarını satıyorlar. San Pedro’ya vardığımızda artık öğle sıcağı iyice azmış durumda. Üzerimizdeki hırkalar, pantolonlar çok gelmeye başlıyor. Allahtan tedbirli gelmişim, kıyıdaki küçük kafede otururken tuvalete gidip üzerimi değiştiriyorum. Beynimiz sulanmasın diye eşarplarımızı kafamıza doluyoruz. Bu köyün girişindeki ana cadde de dimdik bir yokuş. San Juan’dakinden daha fena... Kafede soluklanıp soğuk birşeyler içiyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Yokuşu çıkarken nefesim kesiliyor. San Pedro’nun sahili çok güzel ama köyü derme çatma evlerle dolu. “Çok entersan da birşey yokmuş” derken bir ara sokakta gecekonduların arasında, sanki fildişinden yapılmış gibi duran, Tac Mahal’e benzeyen görkemli bir bina görüyoruz. Meğer bir Baptist kilisesiymiş. Kapısı kocaman demirlerle kapalı olduğundan içeri giremiyoruz, yakınına gelip uzun uzun binayı izliyoruz. Sahildeki kafede çok fazla oyalandığımız için köyü detaylıca gezmeye vaktimiz olmuyor, biz de teknemize doğru geri dönüyoruz.


Panajachel’e geri dönmeden önce, Santiago kasabasını ziyaret edeceğiz. Burası Tzutuhil dili konuşan Mayaların yaşadığı bir yer. Aslında Atitlan gölü kıyısınsaki her köy ayrı bir dil konuşurmuş, ama anladığım kadarıyla Santiago gelenekleriyle diğerlerinden biraz ayrılıyor. Burada Hıristiyanlık öncesindeki inanışlar hala korunuyor ve yerel tanrıları Maximon (Maşimo) koruyucu tanrı olarak kabul ediliyor. Kafasında bir fötr şapka, kolları olmayan Maşimo tanrısının heykelciği, bereket getirmesi için kasabanın yerlilerinden birinin evinde bir yıl boyunca ağırlanıyor. Maşimo’yu ziyarete gelenler ona rom, bira, puro, yiyecek ve içecekler getiriyorlar ve bolluk/bereket için dua edip birlikte içiyorlar. Biz de Maşimo’yu göreceğimiz için heyecanlanıyoruz. Zaten Santiago’da iskelede iner inmez, kasabanın küçük çocukları etrafımızı sarıyor ve Maşimo’nun kaldığı evi göstermek için rehberlik etmek istiyorlar. Biz de çocuklara birkaç quetzal verip peşlerine takılıyoruz. Dar sokaklardan, dik yokuşlardan geçip metruk bir evin önüne geldiyoruz.
Açıkçası buraya ev demeye bin şahit ister. Bulaşık ve çamaşırların birlikte yıkandığı, bir yanda yakacak odunların dizili olduğu bir avlunun ardından, küçük tek göz, kapkaranlık bir oda. İçeride tütsüler de yandığı için dumandan göz gözü görmüyor. Ortada Maşimo’nun heykeli, önünde çiçekler, içecekler, yanıbaşında da evin sahipleri olduğunu düşündüğümüz iki adam oturuyorlar. Para kesiyorlar açıkçası. Çok para istedikleri için fotoğraf çekmekten vaz geçiyoruz, zaten kahve plantasyonunun içerisindeki müzede aynısını görmüştüm. İçeride dumandan nefes almak da çok güç, bir kafamızı uzatıp çıkıyoruz. Daha önce gezi kitaplarımızda okumuş olduğumuz tepedeki büyük Santiago kilisesine doğru yürüyüşe geçiyoruz. Yolda metruk gecekonduların yanı sıra, cumbalı, kimisi bizim köy evlerimize benzeyen güzel binalar da görüyoruz. Kiliseye gelmeden önce bir semt pazarının içinden geçiyor, sonra da bir meydana dalıyoruz. Meydan çok büyük değil ama ortasında palmiye yaprakları üst üste yığılarak yapılmış olan devasa bir Noel ağacı duruyor. Öyle ki ne kadar geri gidersem gideyim ağacı kadraja sığdıramıyorum. Dibine bir sürü eski giysiler bırakılmış, Noel günü fakirlerin alması içinmiş. 


Santiago kilisesi yüzyıllar önce İspanyol koloniciler tarafından kasabanın en tepe noktasına inşa edilmiş. İçinde birçok azizin mezarları da bulunuyor. Kilisenin kapladığı alandan büyük, ortasında yine kocaman bir haç olan, kare bir avlu var; bir tarafında kadınlar leğenlerin içinde çamaşır yıkıyorlar. 30 yıl önce burada çalışan Amerikalı Stanley Francis Rother isimli bir misyoner rahip varmış. Yardımlarından ötürü yerli halk tarafından çok seviliyormuş. 1981 yılında aşırı sağcı bir grup, kilisede vaaz vermekte olan Rother’i öldürmüş. Onun anısına da içeride bir plaket yapmışlar.
Kiliseden aşağı inişimiz epey zor oluyor, yolları şaşırıp kayboluyoruz. Sahile indiğimizde artık akşamüzeri olmuş, Pana’daki müthiş otelimize doğru yola çıkıyoruz. Pana’ya varır varmaz sıcaktı soğuktu demeden kendimizi duşa attık. Sonra da günbatımını izlemek ve akşam yemeği yemek için sahile iniyoruz. Görece olarak şık bir yer bulup nachos’ları, avokado soslarını, karideslerimizi yiyoruz. Hepimizin yüzünde tatlı bir tebessüm beliriyor.
     

3 yorum:

  1. Yazdıklarını okudukça hepimizin yüzünde tatlı bir tebessüm beliriyor.

    YanıtlaSil
  2. Birazdan ziyaretçi patlaması gelecek:)

    YanıtlaSil
  3. sevgili beliz merhaba,

    yazdıklarını bir solukta okudum... yahu sende ne yürek var be helal olsun, hep yapmak istediğimiz ama bir türlü cesaret edemediğimiz bir şeyi yapmışsın, yüreğinin götürdüğü yere gitmişsin. rahatlıkla oradaki karakterlere bizden selam söyleyebilirsin. leo'nun hikayeleri, mari'nin yemekleri, renny, saschave hatta fatma teyze.. kalemine sağlık, zevkle okuyoruz :) sevgili sibel buğdaycı'nın kitabında dediği gibi "tranquila todo es posible" selamlar, sevgiler

    YanıtlaSil