7 Aralık 2010 Salı

Karnavalın içine düşmek





                                          Iglesia de Merced


Sabah uyanıp avluya çıktığımda garip koku hala oradaydı. Mari yüzümü ekşittiğimi görünce açıklamak zorunda kaldı. Yakınlarda bir gübre fabrikası varmış ve haftada bir kez bu kokuyu çekecekmişiz... Çiçek kokulu sprey sıkıyormuş ama bir yere kadar engelliyormuş. Çiçek-gübre karışımı konusunda burnum yanılmamış.  
Yine de koku keyfimi kaçıramadı. Kapımın hemen önündeki masaya oturup kahvaltımı beklemeye ve evi gündüz gözüyle incelemeye başladım. Avlu, gün ışığında gece göründüğünden daha sevimliydi.  Birden  “hola, hola!” diye bir bağırtı duydum. Etrafıma bakınınca tavandan kocaman bir kafes sarktığını ve içindeki yeşil papağanı gördüm. Mari, uyusun diye kafesin üzerini  havlularla örttüğünden gece geldiğimde görmemişim.  “İsmi ne?” diyorum, “Loro” diyor Mari, yani yalnızca papağan...  O sırada ortalarda bir de küçük kanişin dolandığını fark ediyorum, onun ismi de Sasi’ymiş... 
Ekmek ve omletle birlikte, papaya, mango, kavun ve karpuzdan oluşan bir meyve tabağı geldi.  Mari, kahvaltıda kahve yerine çay içmeme çok şaşırdı. Ben iştahla yemek yerken o da hem beni seyrediyor, hem de anlatıyor. Çok güzel bir zamanda buraya geldiğimi, Noel yaklaştığı için ardı ardına  festivaller olacağını söyledi. Meğer burada Aralık başından Noel’e, hatta yılbaşına kadar aralıksız kutlamalar yapılırmış. Önce Türkiye ve İstanbul’u, sonra da Noel’de bizim ne gibi kutlamalar yaptığımızı sordu. Ben “Biz Müslüman ülkeyiz ya...” deyince, bu defa konuşma İslami adetlere kayıverdi. Tabi İspanyolcamla bu kadar derin bir sohbetin altından kalkamayacağımdan hemen konuyu değiştirdim. Maximo’ya gidiş yolunu tarif etmesini istedim.
Kahvaltı ederken misyoner komşum Pat’le tanıştım. Beş yıldır buraya gidip geliyor ve rahibelerle birlikte kimi zaman manastırda, kimi zaman bazı katolik okullarında çocuklar için çalışıyormuş. Altı ay önce de temelli buraya taşınmış. Sanırım ellilerinde... Tam bir Amerikalı; bağıra bağıra konuşuyor, sesinin ayarı yok. İspanyolcası oldukça iyi ama bol yumuşak r’li Amerikan aksanı kulak tırmalıyor. Bütün konuşmaları başöğretmen edasında, açıkçası bu yüzden kendisine çok bayılmadım. Diğer komşum da Judy, yine bir Amerikalı, 67 yaşında. İspanyolca öğrenmek için bir aylığına buraya gelmiş. Bütün gün avludaki masada oturup fiil çekimi yapıyor. Allahtan Mari arada bir müzik çalıyor da mırıltılarını duymuyoruz. Çalışırken arada durup söyleniyor, ‘ben nereden bu işe kalkıştım, ezberlemek için çok yaşlıyım’ diye. Biz de ona cesaret veriyoruz, aman çok iyisin diye. Akşam eşi geleceği için çok heyecanlıydı, eşinin 80’inci yaş gününü kutlayacaklarmış.  
Mari diğer gönüllülerin akşamüzeri geleceklerini söyleyince ben de kahvaltıdan sonra kendimi sokağa vurdum. Kapının önüne çıkar çıkmaz sıcak hava içimi ısıttı. Evden çıkınca sol tarafta, caddenin bittiği ufukta volkan Agua görünüyor. Gündüz daha da heybetli. Sabah işlerine gitmek için yola çıkan insanlarla dolu tavuk otobüsleri tozu dumana katarak evin önünden geçiyor. Toz ve duman derken, hakiki toz-dumandan bahsediyorum.   Yüzün gözün anında kapkara olabilir. Taşlı yollardan Maximo’ya doğru yürümeye başlıyorum. Taşlar nedeniyle yolda yürümek çok zor. Sanki dağa tırmanıyormuşsun gibi hemen yoruluyorsun, epey bir efor istiyor. Kaldırımlar ise düz ama çok dar.


Antigua Unesco’nun kültür mirası seçtiği, koruma altında olan bir şehir. Dolayısıyla otomobiller olmasa burada zaman 15’inci yüzyılda durmuş gibi gelebilir. Evler, bahçeler, palmiye ve muz ağaçları, erguvanlar her yerde. Her taraftan mis gibi çiçek kokuları geliyor (özellikle bizim evin yakınındaki gübre fabrikasından uzaklaştıkça....) Bazı binalar, özellikle de tarihi binalar ve kiliseler tamamen metruk. Bir kısmı tamamen, çoğu da kısmen restore edilmiş. Evlerin hepsi rengarenk boyalı, pencelerinde çiçekler var, ama çoğunun dümdüz olan çatılarında otlar bitmiş.
İnsanların yüzleri gerçekten görülmeye değer... Koyu tenli Mayalar, esmer, kısa boylular. Bazı insanlar geleneksel kıyafetleri içinde, bazılarıysa kelimenin tam manasıyla elbise yerine paçavra giyiyorlar. Yaşlıların yüzleri kırış kırış, keskin bakışlı, cefakar suratları var. Şehrin bazı yerlerinde büyük bölmeli havuzlarda kadınlar çamaşır yıkıyor. 
Bir anda farkında olmadan gülümsediğimi anlıyorum. Hosteslik günlerimden bugüne birçok ülkeye gittim, ama böyle egzotik bir yeri hiç görmedim. Burası gerçekten de western filmlerinde resmedilen Meksika köylerine benziyor. Tozlu, eski ve sıcak.
Gönüllü evi şehrin göbeğinde, La Merced (Merhamet) kilisesini ve küçük bir sokak pazarının kurulduğu kilise meydanını geçince sağda. Burada da kapıdan taşlık bir avluya giriyorsun, yine avluya bakan odalar (bu kez ofis şeklinde) var. Avlunun sonunda kemerli bir kapıdan arka bahçeye geçiliyor, kare bahçeye bakan L şeklinde iki katlı derslikler var. Ortada birkaç masa ve sandalye, küçük bir havuz, çook çok eski olduğu anlaşılan bir de kuyu var. Gittiğimde merkezin bahçevanı çimleri biçiyordu. Mis gibi çim kokuyordu ortalık. “Hola señora!” diye beni selamları. Görevlileri sorunca beni ofislerden birine götürdü. Merkezin başında hem Amerikalı hem de Guatemalı görevliler var. Bahçede oturup uzun uzun sohbet ediyoruz. Buraya yalnızca gönüllülerin değil, dil öğrenmek isteyenlerin de geldiğini, sınıflarda eğitim verildiğini söylüyorlar. Ertesi gün oryantasyon saatini öğrenip oradan ayrılıyorum.
Dönüş yolunda ortalığın biraz daha kalabalıklaştığını fark ediyorum. Caddeleri hala tam olarak tanıyamadığımdan biraz yolumu şaşırdım. Ama şaşkın şaşkın etrafa bakınıp yürümek iyi geliyor. Birkaç sokak ilerleyince bir insan kalabalığına denk geliyorum. Sonra sesler ve müzik yükselmeye başlıyor. Bir köşeyi daha dönünce, hooop, kendimi bir karnavalın içinde buluveriyorum. Sokak rengarenk giyinmiş insanlarla dopdolu. Noel kostümleri giymişler ama tropikal iklime uygun olarak. Beyaz gömlek, beyaz pantalon, kırmızı kuşak ve şal, hasır şapkalar. Noel baba bile yazlık giysiler içindeydi. Anlıyorum ki okullar geçit töreni yapıyor. Öğrencilerin boynunda kocaman uzun davullar asılı. Brezilya ritim davullarını andırıyor. Bir kısmı ise trompet çalıyor. Çok neşeli latin müzikleri. Bir yandan da çatapat patlatıyorlar. Sanki bir Indiana Jones filmindeyim, birilerinden kaçarken karnavalın içine düşmüşüm. Ben de ahaliye uyarak dans ediyorum. Oynaya oynaya yürüyorum. 

                                          Ken, Leo, Mari ve Kim

Karnavaldan ayrılıp bir iki sokak daha yürürüp eve geri döndüm. Döndüğümde yeni ev sakinleri gelmişti. Dil öğrenmek için gelen Yeni Zelandalı Kim, çocuklara İngilizce öğretmenliği yapacak olan Avustralyalı Sasha ve benimle birlikte yetimhanede çalışacak olan Amerikalı Renny... Avluda oturup laflıyoruz, onlar yeni geldikleri için şehre dair izlenimlerimi soruyorlar. Bir süre sonra Judy’nin kocası Ken de aramıza katıldı. Birbirini yeni tanıyan bu ekip akşam Mari’nin kurduğu muhteşem sofrada biraraya geldi. Mönümüzde kızarmış muz, salsa soslu dana eti, sebzeli pilav, börek benzeri içi kıymalı, üzeri peynirli bir yiyecek ve diğerleri gibi hala adını öğrenemediğim pirinçten yapılan ve bizim bozaya benzeyen şekerli bir içeçek vardı. Mari harika bir aşçı ve burada yemekler gerçekten nefis. Uzun uzun anlatmak için biraz daha öğrenmem gerekiyor.  
Sofrada herkes birbirine nerede yaşadığını, ne yaptığını soruyor. Yemek sonrası pasta kesip Ken’in 80’inci yaşını kutluyoruz.     
       

9 yorum:

  1. Belizim, pek güzel yazmışsın. Sanki oradayız. En kıskandığım bölümü itiraf ediyorum. AVLU! Avlulu bir evde oturmak isterdim. Hacienda mı denir, ondan işte! Bak yazmak bile içimi neşe ile doldurdu.fotolara da bayıldım, hep derim sende göz var diye :)Ayrıca bu bir kaç ay içinde 3-5 yemek tarifi öğreneceğini umuyorum. Malum mutfak konusuna alakam var.
    Bayan rottenmeier kılıklı abla bence seni sonradan pek eğlendirecek. Potansiyel gördüm onda. Onu ev ödevi yap bence :)
    Bizi yazılarından mahrum etme. Günde üç kere bakıyorum, yenisi var mı diye! Hani ilerde oranın yaşamına kaptırırsın, ihmal edersin diye korkular içerisindeyim. öpüyorum, marlboro!

    YanıtlaSil
  2. Beliz, bende PC'min bookmarlarına blogunu ekledim. Her gün bakıyorum yeni birşeyler varmı diye. Bu denli merakla takip ettiğim ilk blogun seninki olması da cok değişik geliyor bana aslında. Zeynep'in endişelerini ben de paylaşıyorum kaptırıpta yazılarına ara verirsin de takipçilerin olan bizleri ihmal edersin diye. Her anın keyfini çıkarmaya bak. Meryem ana, Isa, kilise falan cok kaptırma derim ben ayrıca da. Lost'un yeni bölümlerini bekler gibi senin yazıları bekliyorum acaba normal miyim?
    seni çok öpüyorum, kendine dikkat et...

    YanıtlaSil
  3. Ay böyle takipteyseniz blogumu ne güzel! Artık daha bir şevkle yazacağım. Bu hafta öğlene kadar yetimhanede çalışıp, akşam üzeri de hızlandırılmış bir İspanyolca kursu alıyorum. O yüzden eve yorgun geliyorum, ev de kalabalık olduğu için odama çekilip yazmaya başlamak efor istiyor. Ama merak etmeyiniz daha anlatacaklarım var.
    Zeynebim bu arada avlulu ev gerçekten müthiş bir şey. Yıllardır sen hacienda der durursun, şimdi anlıyorum seni. Akşam tuvalete kalkmak dışında bir sorun yok. Farklı sigaralar var da burada Marlboro'nun iyisini henüz bulamadık:) Adios!

    YanıtlaSil
  4. Bu arada Zeynebim yemekler gerçekten ayrı bir olay. İsimleri ve muhteviyatı öğrenince yazmaya başlayacağım!

    YanıtlaSil
  5. http://istifayiverirgiderim.blogspot.com/

    şekerim yalnız değilsin; bu hanım kızımız da kaderinin peşinden yollara vurmuş kendini...

    YanıtlaSil
  6. Beliz'im, inan bir bir "Top Chef" var merakla internetten bekledigim, bir de sen. House'lari felan solladin öyle diyeyim :)
    Takipteyim. Hayraninim!

    YanıtlaSil
  7. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  8. Beliz'cim bir haftadır doğru dürüst giremediğim blogunu bugün hatmetmek istiyorum.Çok ama çok keyifli yazdıklarını okumak bayıldım bayıldım.
    Gözümü kapadım karnavalın içine düştüm bende:)

    YanıtlaSil
  9. Ben bu Mari'ye ısınmaya başladım. Etrafında anaç tiplerin olması iyi bişi. Mercedes Sosa ile okuyorum yazıları, biraz buralar da ısınsın diye

    YanıtlaSil