28 Aralık 2010 Salı

Atitlan 1: Her Türk seyahatinde mutlaka bir başka Türkü bulacaktır


Guatemala volkanlar ülkesi. Yanlış bilmiyorsam ülke çapında otuz küsür tane volkan varmış. Bir tanesi yanıbaşımızda minik minik tütüyor her gün. İlk geldiğimde çok garipsemiştim, şimdi daha bir kanıksayarak bakıyorum. Ama yalnızca dumanı tütenler değil, tütmeyenler de öylesine ihtişamlı ki, hala her sabah evden çıktığımda gördüğüm manzaraya hayranlıkla bakıyorum.
 Antigua’ya iki saatlik mesafede ise, görkemli üç ayrı volkanın arasında yükselen büyük bir krater gölü var; ismi Atitlan. Geldiğim ilk günden beri ‘Atitlan’a gittiniz mi’ diye soruyordu herkes, biz de iki hafta önce buraya bir haftasonu gezintisi yapmaya karar verdik.  Gölün çevresinde irili ufaklı birkaç tane köy bulunuyor. Biz en büyükleri Panajachel’de ufak bir otel ayarladık. Açıkçası turu ayarladığımız acente bize otelin resimlerini gösterdiğinde oldukça şık duruyordu, hani bizim “butik” tabir ettiklerimizden... Vardığımızda ise bambaşka bir manzara ile karşılaştık. Ülkemizin standartlarına göre sefil bir pansiyon diyelim. Yine de sabah güneşinde Atitlan ve karşımızdaki volkanlar öyle güzel parlıyorlardı ki sesimizi çıkartmadık. Zaten bir süre sonra öğrendik ki burada seyahat ederken sizi nelerin beklediği konusunda daima hazırlıklı olmak gerekiyor. Öncelikle sıcak suyu olan bir otel bulmak hazine bulmak gibi birşey. Otellerin broşürlerinde odalarda televizyon olduğu da iddia ediliyor ki, buna da gözlerinizle görmeden inanmayın. Hele hele internet bağlantısı var diyorlarsa, külliyen yalan.  

                                           Kahvaltımızı bekliyoruz...
Panajachel, sevimli, küçük bir turistik kasaba. Her yanı hediyelik eşya satan dükkanlarla dolu. Gerçi uzun uzadıya dükkanlara girmenize gerek olmuyor, zira hepsinde aynı mallar satılıyor. Sokaklarda dolaşmak bu nedenle bir nevi dejavu etkisi yarattı bizde. En güzeli sahil şeridinde yürüyüş yapıp, küçük restoranların ve kayıkhanelerin arasında yürümek. Biz de vardığımızda öyle yaptık. Önceden ayarlamış olduğumuz tekne turunu beklemek ve kahvaltı etmek için kafelerden birine daldık. Atitlan’ın güzelim manzarasını seyrede seyrede kahvelerimizi beklemeye başladık. Sabah epey erken saatte vardığımızdan, kafede bizden başka kimse yoktu. Buna rağmen bekleyiş öyle uzun sürdü ki, neredeyse boşverip kalkacaktık . Bu arada, Guatemala’yı ziyaret etmek isteyenler için birkaç not daha düşeyim: Guatemalalılar, inanılmaz sıcak kanlı, güleryüzlü, misafirperver, hoşsohbet insanlar. Yalnız biri size randevu verdiyse yüzde doksandokuz nokta dokuz, geç geliyor. En az on, en fazla yirmi dakikalık bekleme süreniz var. Restoranlarda hızlı servis bekliyorsanız üzülürsünüz. Biz de bu durumu göze alarak garsona acelemiz olduğunu söyledik ama bir yandan teknenin de söyledikleri saatten daha geç kalkacağını düşünerek paniklemedik. Gerçekten de vardığımızda teknenin sahibi göbeğini kaşıyarak oturuyordu.  


Buradaki tekneler, uzun ince, zannımca çakma fiberglastan, üzeri kapalı ama pencereleri camsız, kayığın bir üst versiyonu taşıtlar. İçinde yan yana iki sıra, plastikten oturma alanları var. Yine de gözümüz korkmuyor, neşeyle teknemize adım atıyoruz. İçeride orta yaşlı iki bayan, bir genç kız ve 13-14 yaşlarında bir oğlan oturuyor. Arkamdan beni takip eden arkadaşlara laf yetiştirerek aralarına dalıyorum ama bir anda avını bulmuş köpekler gibi aniden duruyorum; kulaklarım kabarıyor. O da ne? Türkçe mi duydum yoksa?!  “Ay merhaba, Türk müsünüz yoksa, aaa valla yaaa!?” gibi saçma bir laf çıkıyor ağzımdan. “Merhabaaaa!” diye neşeli bir cevap alıyorum. Uzun zamandır burada yurdumu tek başıma temsil ettiğim düşüncesindeydim, çok yanılmışım... Türkün ayak basmadığı bir kıta olabilir mi? Elbette ki hayır. Sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyorum. Üzülüyorum zira memleketlini görünce ister istemez bir sohbet etmek gerekiyor; gereksiz kibarlık yapılıyor. Seviniyorum, çünkü arkadaşlarımla İngilizce, çocuklar ve evsahibemizle İspanyolca konuşmaktan beynim sulanmaya başlamıştı. Arada gayri ihtiyari insanlara Türkçe cevap veriyorum, şaşkınlıkla suratıma bakıyorlar. 


                                           Fatma hanım anlatıyor, kızı Aslı seyrütemaşada...




Hararetle tokalaşıyoruz; onlar da burada bir Türkle karşılaşmaktan şaşkın. Ne için geldiğimi soruyorlar, yetimhanede çalıştığımı anlatıyorum. “Biz aslında Danimarka’da yaşıyoruz” diyor Zeynep hanım; “Arkadaşım Fatma’nın kızı Aslı tıp okuyor. Burada bir klinikte gönüllü çalışmak istedi. Biz de ‘kız daha ufak, birlikte gelip de ellerimizle kalacağı yere yerleştirelim’ dedik. Ben de oğlumu aldım yanıma, bize de seyahat oldu.” Bu arada birlikte geldiğim arkadaşlarımın suratlarına gözüm takılıyor, hepsi kulak kesilmiş bizi dinliyor. Türkçe duymak onlara enteresan geldi. Gülümseyerek bize bakıyorlar, sanki tanıdık kelimeler seçmeye çalışıyorlar.  Bir tanesi diyor ki: “Ne değişik bir diliniz var, hiçbir çağrışım yapmıyor. Güzel geliyor ama kulağa...”
Bir yandan sohbet edip bir yandan plastik koltuklarımıza yerleşirken tekne hızla hareket ediyor. Sırasıyla San Pedro, San Juan ve Santiago’ya gideceğiz.   



2 yorum:

  1. Birinin sadece adımla da olsa beni temsil etmesi pek hoşuma gitti.Zeynep'ler heryerde. :)

    YanıtlaSil
  2. walla zeynep bu açıdan hiç düşünmemiştim :)
    beliiiz, hadi devamını yaz, çok eğlenceli....

    YanıtlaSil